“Oturduğu ahır sekisi, söylediği

İstanbul türküsü.”

 (Atasözü)

Uzun otobüs yolculuğunda koltuk komşusu ile sohbet neredeyse kaçınılmaz. Akran sayılacak kadar yaşları birbirine yakın olunca karşılıklı konuşmak daha iyi. En azından nasihat dinlemeden yolu sohbetle kısaltmak da mümkün.

Yine yoldaydım yanımda oturan benim gibi orta yaşa yeni adım atmış biri olsa da benden yaşlı gösteriyor, ona abi dememe itiraz etmediği gibi biraz da hoşnut gibi. Birbirine komşu iki ayrı ilçeden olmak hemşerilik sebebi sohbetin koyulaşmasına neden oluyor.

Biletlerin pahalılığı ortak fikrimiz, pahalılığa rağmen otobüsün konforu, yolların “duble” hali, nerden nereye geldiğimizi, herkesin elinde cep telefonunun olmasının zenginliğin bir ifadesi olduğunu söylemesi, özellikle 20/30 yıl öncesiyle karşılaştırıldığında yoksulluktan zenginliğe geçtiğimiz için mutlu olmak varken bizim milletin nankörlük ettiğini söylemesi ile tartışmaya başladık.

Daha önce sokak röportajları izlemiştim, hacı amcaları, teyzeleri aratmayan hemşehrim hep üst perdeden konuşuyor. Bu kadar mı çoklar yoksa bendeki şanssızlık mı bilemedim.

"Yoklukmuş yoksullukmuş, ne yoksulluğu" diyor, "anam çorabımızı bile yamardı, en fukarası demeyeyim de beceriksizi yırtık giyerdi, umursamazdı onlar. Genellikle yamalı da olsa temiz giyerdik. Biz çocukların yamalı giymesi de bir şey mi babamın pantolonu da ceketi de yamalı olurdu hep, yenisini, bayramda neyde giyerdi, biz de öyle. Ayakta kara lastik ahırda da okulda da aynı kara lastik, ayakkabı mı gördük fukaralık yoksulluk o zamandı. Edep vardı edep, fakir de olsak yırtık giydirmezdi anamız bize, maşallah şimdi gençler gidip özellikle yırtık pırtık kıyafetler alıyor, moda hesabı. Fukaralıktan, yama nedir bilmemekten değil edepsizlikten, şuursuzuktan. Herkesin ayağında yazlık kışlık çeşit çeşit ayakkabılar, artık kimse ayakkabı da boyatmıyor, boyası gelmeden yenisini alıyor. Eskiden adım başı boyacı, tamirci vardı şimdi yok, niye? Niye olsun, ihtiyaç yok ki… Boya parasına ayakkabı bulur alırsın… Ne yoksulluğundan bahsediyorsun", gibi laflar ediyor, "yemek dersen yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda."

Yemek demişken bir mola yerinde kuru fasulye yedi, pilavı ,turşusu, ayranı olmadan sadece kuruya talim etti. Ben onu da yemedim çaya 10, çubuk krakere 5 TL, tuvalete 5 TL ödemek yeterince canımı sıkmıştı zaten. Mola sonunda pahalılığı mola yeri esnafının vicdansızlığına bağladı.

"Yokluk, yoksulluk romanlarda, resimlerde kaldı. Anılarda kaldı… Yol desen o biçim köye kamyon kasalarında gidilirdi ya da yayan yapıldak. Şimdi arabası olmayan kalmadı. Bizde eşeklik affedersin, uçak varken bu havada uzun yolda otobüs yolculuğundayız. Dönüşüm belli olaydı uçakla giderdim, çocuklar dedi de ben kıymadım yoksa alacaklardı önceden uçak biletini, son dakikada uçak biletleri babalarının fiyatında, bak biz iki kişi oturuyoruz geniş geniş yan taraf tekli koltuk... Orası daha iyi ama bana göre değil, tek sıkılırım, yol bitmez o koltukta..."

Giyim kuşamdan kimin yoksul kimin zengin olduğu da anlaşılmıyor. Züğürt Ağa filminde her gün parlatılan deri çizmeler zenginliğin simgesi iken sünger terlikler yoksulluğu ifade ederdi.

"Şimdi herkesin ayağında gıcır gıcır, çeşit çeşit ayakkabılar var. Yalın ayak kimse yok, çok parası olanı orjinal giyer az olanı çakmasını, pazardan alır."

Yol arkadaşım ile sohbetimizde ortaya çıkan şey ikimizin de ekonomik durumu aşağı yukarı aynı gibi. Ne var ki o kendini yoksul saymıyor. Açlık sınırının 12 bin lirayı geçmesi, yoksulluk sınırının 40 bin liraya dayanması onu ilgilendirmiyor.

"Boş laflar bunlar hepsi hükümeti karalamak için ortaya atılan laflar işte" diyor.

Koltuk komşum bir garip adam, başka ülkeler için söylediğim hiç bir şeye itiraz etmiyor. Beli, beli diyip duruyor. Dünya'daki 100 zenginin servetinin en fakir 4 milyar insanın toplam servetinden çok olduğunu söylememe de doğrudur diyor.

 Dışarıdaki yokluğu yoksulluğu, işsizliği, adaletsizliği konuşunca mesele yok. Bilmediği yok gibi, öylesine cahil diyip geçilecek biri de değil, değil ama iş içeriye, bize gelince İş politikaya gelince mangalda kül bırakmayan bir tip. Sokaktaki bir hacı dayı telaşıyla sesini yükselten biri...

İtiraf ediyorum; 22 saatlik yolculukta değil ona sınıf bilincini aşılamak değil tek adam yönetiminin kötülüklerinden arındırmak, sakin duruşumu korumakta da çok zorlandım. Olmadığını görünce Amerika’nın emperyalist, sömürgeci, insan düşmanı yanlarını konuşmak, yer yer uyuma numarasına yatmak hilesine de başvurdum. Olmadı. Keza yolda uyku tutmaz, uyuyamam ben.

-"Bolluk var evet, her şeyi satın almak için kimsenin elini tutan yok."

-Parası olan istediğini satın alıyor, olmayan etten, meyvadan, elbiseden feragat ediyor ya da ucuz yollusunu arıyor.

-"Herkesin kesesine göre ürün bol. Kimse aç değil açıkta değil Allah'a şükür.."

-Kurtulmamız gereken zincirler bir değil, ama kaybedecek neyimiz var zincirlerden başka...

-"Bana fakirlik edebiyatı yapma kardeşim. "

-Haklısın yoksulluğun edebiyatı da yapılmıyor artık.

 Ne resmi yapılıyor ne sineması ne de şarkısı...

Fotoğraf: Evin Arslan