Şimdi, uçsuz bucaksız uzayı gözünüzün önüne getirin. Yıldızların, bulutsuların doldurduğu uzayı... Bu devler devi bulutsulardan birinde Güneş alev alev yanıyor. Güneşten gezegenler kopuyor. Küçücük bir gezegende hareket halindeki madde canlılaşıyor, milyarlarca yıl içinde kendi bilincine varmaya başlıyor. Bunun sonucunda doğa ve insan ortaya çıkıyor.

Yeryüzünde insanlar, daha büyük bir hızla çoğalmaya başladılar. Zamanla bu çoğalma daha da arttı, insanlar bütün dünyaya yayıldılar. Böylece başka hiçbir canlıda olmayan bir özellik insanda görülür. Çünkü, doğal koşulların ürünü olan insan kendi doğal koşullarını değiştiriyordu. Yaşaması için bu zorunluluktu. İnsan gereksinimleri için emeğiyle doğayı adeta işliyordu. Başka bir ifadeyle, Doğal durum yanında, İnsan İkinci Bir Doğa Yaratıyor.

Öyle bir zaman geldi ki, insan, kocaman soğuk dünyada, kendisi için küçücük sıcak bir dünya kurmaya koyuldu. Mağara ağızlarında ya da kaya diplerinde, deri ve dallardan yaptığı ne yağmur, ne kar, ne de yelin girebileceği bir çatı altına sığındı. Küçük dünyasının ortasında yaktığı ateş, geceleri aydınlatıyor, kışın da ısıtıyordu.

İnsanlığın bilgi sınırları gittikçe genişliyor. İnsanı insan yapan ona bilim, teknik, sanat ve kültür veren hep o bin yıllık okul yani emek okulu da genişliyor. Emeğin nesneleşmesi sürüyor. Kuşaklar birbiri ardından geçmişe karışıyordu. İnsanlar ve kabileler iz bırakmadan yok oluyor, şehir ve köylerin yerinde yeller esiyordu. Zamanın yıkıcı gücüne hiçbir şey dayanamayacak gibiydi. 

Fakat, insanlığın deney ve tecrübeleri kaybolmuyor, bilimde bilgide yaşamaya devam ediyordu. Dilde her söz, çalışmadaki her hareket, bilimdeki her kavram, kuşakların bir yere toplanmış deney ve tecrübesidir. Irmağa akan sular ırmakta kaybolmadığı gibi, eski kuşakların deney ve tecrübeleri de boşa gitmemiştir. Bir zamanlar yaşamış olan insanların emeği, insanlık tecrübesinin ırmağında, günümüz insanlarının emeğiyle kaynaşmıştır. Çalışan, konuşan, düşünen bir varlık olan insan işte böyle doğdu. (Maymunsu ) İnsanımsı Varlık değişe değişe insan haline gelinceye kadar geçmiş olan binlerce yıla göz atarken, her şeyi insanın ve insan emeğinin yarattığını görmemek mümkün mü? Ne gökten gelenler ne de doğa üstü varlıklar; her şey insan aklı ve emeğin ürünü idi…

İNSAN TOPLUMSAL VARLIK

İlk avcılar mamutların hakkından nasıl gelebiliyordu? Bunu ancak “insan” anlamında düşünebilenler anlayabilir. Alet yapmayı, avcılığı, ateş yakmayı, ev kurmayı ve toprağı işlemeyi, insan tek başına değil, öbür insanlarla birlikte, onlarla el ele vererek öğrenmişti. Kültürü ve bilimi tek bir üst insan değil, milyonların emeğine dayanan insan toplumu yaratmıştır. İnsan yalnız olsaydı, doğal halde yani hayvan olarak kalırdı. Toplumda hayvanı insana çeviren, emek olmuştur. Emek, insan aklını da bilgisini de geliştiren bir itenektir. Bazı kitaplarda ilk avcı - toplayıcılar kendi emeği ve aklıyla her şeyi elde etmiş bir Robinson olarak tasvir edilirler. İnsan gerçekten böyle bir Robinson olsaydı, insanlar topluluk halinde değil de, ayrı ayrı aileler halinde yaşamış olsalardı, hiçbir zaman insan olup bir kültür yaratamazlardı. Robinson, bu denizci, anlatılana göre, bir gemide ayaklanmaya önayak olduğu için okyanusun ortasında ıssız bir adaya çıkarılmış, terkedilmiş. Yıllar sonra, adaya gelen gezginler, adada tek başına yaşamış olan denizciyi büsbütün yabanileşmiş bir halde bulmuşlar. İhtiyar denizci, konuşmayı bile hemen hemen unutmuş, insandan çok hayvana benzemeye başlamış.

Çağdaş insanın bile tek başına insan olarak kalabilmesi pek kolay değildir. İşaret Dili Daha aletler azken ve insanın tecrübesi kıtken, bu tecrübeyi başkasına iletmek için en basit işaretler yetiyordu.

Çalışma toplumsallaştıkça, jestler de toplumsallaşıyordu: Her şeyi tam olarak, anlatabilecek ayrı ayrı jestler gerekmişti. Bu gereklilik ve zorunluluk, hareketlerle ifade edilen anlamlar doğurdu. İnsan, jestleriyle hayvanın, silahın, ağacın resmini havada çizmeye başladı. Bir tehlike anında basit bir işaret herkesin silahına davranmasına yetiyordu. İnsan bir hayvanın diğer bir hayvanı avlamasını önce gözlemleyip deneyleyip sonra işaret, jest ve sembollerle çok iyi betimleyebiliyordu. Böyle bir pantomim için zamanımızda ancak gerçek sanatçılarda rastlanılan derin bir gözlem gücüne sahip olmak gerekir. İşaretler jestler semboller dili geliştiriyordu.

TOPLUMLAR

Ancak zaman hızla geçiyor, emeğe dayalı bir takvim ortaya çıkıyordu. Emeğe Dayalı Takvim Zamanı,  yıllar, yüzyıllar, binyıllarla ölçeriz. Eskil insanın hayatını inceleyenler ise başka bir takvim, başka bir zaman ölçüsü kullanmaları gerekmiştir. Örneğin, “35 000 yıl önce” diyecek yerde “eskitaş devrinde”, 12 000 yıl önce yerine “yeni taş devrinde”, “bakır devrinde”, “tunç devrinde” demir devrinde yada antropologlar  gibi “yabanıl”, barbarlık, “uygarlık devrinde” ya da Marx-Engels gibi komünal, köleci, feodal, kapitalist sosyalist toplum deriz. Bu betimleme, yılları gösteren bir takvim olmayıp, insan emeğinin değiştiği devirleri, üretici güçleri ve üretim ilişkilerini betimleyen, gösteren takvimdir. Bu takvimden, insanın yolu üzerinde hangi aşamalardan, hangi duraklardan geçmiş olduğu hemen anlaşılıverir. Hepimizin bildiği takvimde hem büyük, hem küçük zaman ölçüleri yani yıl, ay, gün, saat vardır. Zaman, büyük ve küçük parçalara ayrılmıştır. İnsan emeğinin devirlerini gösteren takvimde de Taş Devri’nin eski taç çağı, “yontma taş devri” ve “cilalı taş devri” olarak ayrılması gibi…

 İŞBÖLÜMÜ

Taş aletlerin yerini madeni aletlere bıraktıkları, çiftçiliğin ve hayvancılığın doğduğu tarih aşamasında, işbölümüyle birlikte değiş tokuş başlamıştı. Bir yerde, yapılan bakır balta ağzı, ok ucu, yavaş yavaş bir kabileden diğerine geçiyordu. İnsanlar buğday verip deri almak ya da kumaşlarını, çanak çömleklerle değiştirmek için kayıklarla köy köy dolaşırlardı. Kabilelerden biri bakır bakımından zengindi, diğeri de çömlekleriyle ün salmıştı. Böylece, herhangi bir gölün ortasındaki kazıklar üzerinde kurulmuş köyün halkı, mallarını değiştirmek için gelen misafirleri karşılardı. Değiş tokuş basit bir mal veya meta değişimi ile sınırlı kalmaz. Düşünceler, sanat, kültür, teknik hatta tanrılar bile değişilirdi. Toplumlar, kabileler, insanlar Kendi tanrısı yanına komşu kabile tanrısını da koymaya başlamışlardı. Mallarla birlikte kabilelerin tecrübeleri ve yeni çalışma metotları da birinden diğerine geçerdi. Kabilelerin konuştukları diller başka başka olduğuna göre, değiş tokuş sırasında insanların işaret diline başvurmaları gerekiyordu. Bunlar, kabilelerine dönerken beraberlerinde yalnız eşyalar değil, farkına bile varmadan benimsedikleri yabancı sözleri, düşünceleri hatta dediğimiz gibi yabancı tanrıları da getirirlerdi…  

YAZI DOĞUYOR  

İlk yazıları mezar taşlarında, tapınakların duvarlarında buluyoruz. Artık bunlar, ruhlarla ilgili önceki büyü ve av resimleri değildir. Eski bir mağara resmi bütünsel bir hikayeyi, mitolojiyi anlatırdı. Bunun örnekleri Göbekli Tepe sembollerinde görülüyor. O resmi gören hemen mitosu çözerdi. Ama tek bir resimden bir mitosu çıkarmak gerçekten hafıza ister. Bundan dolayı resimler, semboller artmalıydı, yazıya geçilmeliydi, gelişen dünyaya insan hafızası yetersizdi. Yazı ise İnsanlar için ve insanlar hakkında bizatihi resimlerle yazılmış birer hikayedir. Burada henüz günümüz yazılara benzer hiçbir şey yoktur. Boğa, boğa olarak, ağaç da dallarıyla çizilmişti. Yazının tarihi, resimli anlatımla başlar. Bu resimlerin sadeleşerek birer sembol haline gelebilmesi için bir hayli zaman geçmiş olsa gerek. Göbekli Tepe’den Sümer yazılarına bu sembolleri çok iyi gözlemekteyiz. Göbekli Tepe de gördüğümüz resim ve semboller mutlaka bir şey anlatıyorlar. Bunlar yazı işlevi görüyorlardı. Yazının ilk örnekleri olmalıydılar.

Bugünkü harflere bakarak yazının hangi şekilden türemiş olduklarını anlamak güçtür. Örneğin “A”nın öküz başı, olduğu kimin aklına gelir. Ama, A harfini ters çevirirsek, boynuzlu bir baş olur. Resim yazıya en iyi örnektir A harfi. Eski Sümerlilerin Samilerin alfabesinde bu boynuzlu baş, “A” harfini ifade eder, çünkü öküz anlamına gelen “alef” sözünün ilk harfidir. Böylece harflerimizden her birinin köklerine inilebilir. Örneğin “O”nun göz, “L”nin açı, “P”ninse uzun bir boynun üstünde duran baş olduğu ispat edilebilir. Hepsi ne de güzel örtüşüyor ifade ettikleri nesnelerle değil mi?

Her nesne bilinçte bir resim oluşturuyor, zira Sümerler’de her nesnenin bir tanrısı vardı; bu nesnel varlıkların insan beynindeki görseli olan sözcükler ve kavramlarla tanrıların oluşumu arasında bir ilinti vardı. Böylece binlerce sembol oluşmaya başladı. Haliyle yazı nesnelerin birer yansıması ve insan beynindeki görselinden başka bir şey değildi. İnsan yazmayı yavaş ve bocalayarak öğreniyordu. Artık yazıyı öğrenme zamanı gelmişti. İnsanın bilgisi önceleri az iken bellekte kolayca saklanabiliyordu. Efsaneler, masallar ağızdan ağıza geçerdi. Sözlü gelenek güçlü idi. Her ihtiyar canlı bir kitaptı. İnsanlar, efsaneleri, görenek ve töreleri belleyerek kıymetli bir cevher gibi çocuklarına verirlerdi ki, onlar da kendi çocuklarına iletsinler. Ama bu cevher arttıkça, bellekte tutulup saklanması güçleşiyordu. Derken anıt belleğin yardımına koştu. Elde edilen bilgi ve tecrübeleri başkasına iletmek için yazı dili, sözlü dile yardım etmeye başladı. Bir önderin mezar taşında, yaptığı akın ve savaşlar gelecek kuşakların bilmesi için betimi yapılıp tasvir edilirdi. Müttefik kabilelerin önderliğine haberci gönderirken, ağaç kabuğuna ya da balçık bir kil tablet levhacığa akılda saklanabilmesi için birkaç resim yazı çizerlerdi. Mezar taşı ilk kitap, bir parça akgürgen kabuğu ise ilk mektuptu…

*İnsan Nasıl İnsan Oldu?| M. İlin, E. Segal