Hafızam beni yanıltmıyorsa, 1998 yılının güz dönemiydi, kısa bir süreliğine editörlük yaptığım Özgür Üniversite Forumu’ndaki o günlerin birinde, dizgisi yapılmak üzere Kadir Cangızbay’ın henüz kaleme aldığı bir makale ulaşmıştı elime. Kadir Hoca denince orada iki dakika durup nefeslenmeniz, salavat getirmeniz gerekir ki; giyim kuşamda, zamanı kullanma disiplininde bütünüyle pespaye, dağınık, özensiz olan bu adam, alkol ve kavram kullanımında olabildiğince titiz, kılı kırk yaran bir hassasiyete, benzersiz bir entelektüel duyarlığa sahipti.
Makale, daha sonra “Sosyolojiler Değil Sosyoloji” kitabında da yer alacak olan, meşhur “kimlik” ve “nelik” üzerine yazdığı makaleydi. Okunması zor biridir Kadir Hoca, bazen bir cümlesi bir sayfayı aşar ve bir mücevheratçı dikkatiyle işlediği ifadelerdeki apostroflar, tireler, bölmeler, kesmeler, virgül ya da noktalı virgülleri, avcı bir şahin gibi tam bir odaklanmayla takip etmezseniz, makaledeki derinliği, kavram ve ifadelere yüklenmiş estetiğin hazzını, size sunulmak için didinilmiş anlamlar ziyafetinin yaratacağı doyumsuz mutluluğu hissetmeniz, tadına varmanız imkansızlaşabilir. O makale de öyle; sonu gelmeyecekmiş gibi görünen cümleler, birbirine geçirilmiş kavram setleri, dil oyunları, edebi kıvraklıklarla dolup taşan bir mahiyete sahipti, gene de size, tarifi imkansız bir “kavrama sezgisi” veriyordu. Ki bu sezginin, o güne kadar duyduğunuz, okuduğunuz ya da üzerine düşündüğünüzü düşündüğünüz kimi kavramların, aslında ne siz ne de okuma kaynaklarınız tarafından yeterince incelikli düşünülmemiş olduğunu keşfederdiniz.
Her neyse, sorunumuz kimlik... Kürt Hareketi yakın geçmişte radikal politik adımlar attı ve hareketin içinden ya da dışından olsun, konuya ilgi duyan akademik ya da medyatik gözlemcilerden olsun, neredeyse kafası karışmamış kimse kalmadı. Bu kafa karışıklıklarına su taşımaya niyetli değilim, fakat periferisinden de olsa Kürt Hareketi’yle temas etmiş on milyonlarca insandan biri olarak, kimlik konusundaki idrakimin seyrini ihtiva eden kendi hikayemden başlamak üzere; Kürtlerin aslında politik alanda neler yaptığını, bunca insani, maddi bedellerle bir mücadele tarihini hangi saiklerle doldurduğunu, hangi paradigmaları kurup yıktığını, hangi ideolojik motivasyonları inşa edip onları ustalıkla aştığını ve nihayetinde kendi varlığını, -özellikle kimlik ekseninden- hangi meşruiyet araçlarıyla ayakta tutabildiğini irdelemek istiyorum. Elbette bunu yapabilmek için, öncelikle, “kimlik” dedikleri kavramın içeriğini, hem sosyoloji bilimindeki seyr-i sefer hem de politik tarih içindeki anlam karşılıkları bakımından, özellikle de içinde yaşadığımız çağın neredeyse en popüler tartışmalarından biri olan post-truth (hakikat ötesi) tartışmalarına içkin “kimlik” tanımlama çabalarıyla paralel irdelemem gerekir. Bunu yapmaya çalışacağım...
Dedim ya Kadir Cangızbay’dan çok şey aldım; bunlardan biri de “kimlik” kavramı üzerine yeniden düşünme ferasetiydi. Zira 90’lı yıllar ilk gençlik yıllarımızdı ve boğazımıza kadar kimlik aydınlanması yaşadığımız yanılsamasına saplanmıştık. Şimdi şu satırları yazarken bile utanç duyduğum bir tür “aydınlanma”... Fakat gene de utancımla yüzleşip itiraf edeceğim; kalabalık bir öğrenci evindeki bir akşam yemeğinde, Özden adında Malatyalı bir arkadaşımıza, şöyle bir sorgulama ile yüklenmiştim:
“Sen kendi kimliğini nasıl tarif ediyorsun?”
Özden: “Ben aleviyim.”
“Ama alevilik bir kimlik değil ki?”
Özden: “Nasıl yani? Biz aleviyiz, hem de dededen neneden aleviyiz, kimliğimi inkar mı edeyim?”
“Hayır, inkar etmen için demiyorum, ama asıl kimliğini soruyorum.”
Özden: “Kimliğim bu işte!..”
“Kimlik bir insanın milliyetidir. Yani demek istediğim, Kürt müsün, Türk müsün?”
Yutkunmuştu Özden. Lokması boğazına düğümlenmişti. Yüzü kızarmış, kimliğini “bilmediği” için çevremizdeki herkese karşı mahcup, sofradan kalkıp kalkmama konusunda kararsız, neredeyse ağlayacaktı. Ben ise, O’nun annesinin, babasının, köylülerinin Kürtçe konuşuyor olmaları veçhiyle kendisinin de Kürt olduğunu, bu nedenle kimlik sorgulamasının karşılığının “Kürt” olması gerektiğini bildiren manifesto gibi bir konuşma yapmış ve bu “başarımdan” dolayı kendimle gurur duymuştum. Üstüne üstlük bu tartışmaları yaparken, kibir dolu bir şımarıklıkla coştukça coşmuş, Marksizm aşağı Leninizm yukarı, bunları saymıyorum bile, ulusların kendi kaderini tayin hakkı mı dersiniz, emperyalizm mi, sömürgecilik mi dersiniz, dilden düşürmediğimiz bu dar kafalılığın ukalalık harcıyla göğe dikili çelik gibi ifadelerini sayıp dökmüştüm. Şimdi düşünüyorum da, o günden bugüne, aslında Özden’in sahip olduğu, yani bir insani vasıf olarak sahip olduğu “kimliksel yetkinliğe” sahip olabilmiş bile değilim. Her neyse...
*
“Kimlik”, latin dillerinde, “identity” teriminden türüyor. Ne demek identity? Süreklilik içinde aynılık demek. Yani iki boyutu var: Aynılık ve süreklilik... Demek ki, identity dediğimizde, iki şeyi kastediyoruz; değişmez bir yekparelik hali olacak, bu birincisi, ikinci olarak da istikrar içeren, süreklilik taşıyan bir boyutunun bulunması gerekecek. Fakat dikkat edilirse, bu haliyle, kavramın anlam kökü, tekil bir mahiyet de taşıyor. Yani toplumsal bir hal değil. Tek bir özneyi tariflemek istediğimizde kullanabileceğimiz bir kavram... Çünkü toplum söz konusu olduğunda, aynılığı kim kaybetmiş sen bulasın. “Toplum”da “aynı”lığı saptamak, tespit etmek, bir an için olsa bile toplum dediğimiz şeyde bir “aynı” bulmak olanaksızdır. Süreklilik ise sözünü etmeye bile değmez... Zira süreklilik, doğası gereği devam eden bir değişmezliği içerir ve Yunan Sofistlerinden bu yana, yani 2 bin 500 yıldan fazladır, her şeyin sürekli olarak değişmekte olduğunu, hiç bir şeyin, bir andan başka bir ana aynı kalmak koşuluyla kendini, tamamen kendisi olarak “sürdüremeyeceğini” biliyoruz. Kaldı ki Türkçe’de de “kimlik” dediğimiz şey, “kim?” sorusunun karşılığıdır. Yani bir özneye dair tanım talep eder “kimlik” bizden... Peki o halde, bu kavram, neden fizik biliminin değil de, sosyoloji başta olmak üzere, ziyadesiyle sosyal bilimlerin ve politikanın konusu haline getirilmiştir? Bu soruya cevap bulabilmek için bir kaç fırın ekmek yememiz, biraz tarih içinde yolculuk yapmamız gerekir diye düşünüyorum.
*
Aristoteles, “Metafizik”te, daha giriş cümlesi olarak şu ifadeyi kullanır: “Bütün insanlar, doğal olarak bilmek isterler.” Yani insan, karşılaştığı nesneyi ya da karşı karşıya kaldığı bir fikri, öylece, ilgisiz bir şekilde orada bırakıp yoluna devam etmek gibi bir doğaya sahip değil. Zaten Aristoteles, duyuların verdiği zevki, bu tezinin kanıtı olarak ileri sürer ve devamında bunları açıklamaya girişir; görme duyusunun, bütün duyuların kraliçesi olduğunu, başka duyular ile kıyaslandığında görme duyusunun bütün zevkleri kendinde odaklayan bilmeye en elverişli duyu olduğunu, bunun yanı sıra şeyler arasındaki farkları kavramayı mümkün kıldığını, bu nedenle de, öncelikli ve ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğunu saptar. Bununla da yetinmez, bilmeyi takip eden akıllılık, zeka, öğrenme yeteneği kazanmanın da, bu duyu ve buna eşlik eden diğer insan duyularının birbiri peşi sıra devreye girmesiyle gerçekleştiğini belirtir. Yani ne demektir bu? Duyumlar ile deneylere ve denemelerin getirdiği hatırlamalar ile hafızaya ulaşılır, bu seviye, artık üretebilme seviyesidir, (ki bu seviyeyi Aristoteles “Sanat” olarak ifade eder), nihayetinde gözlemlerin bir çıktısı olarak da bilimler doğar, bütün bunlar ise, başlangıçta “doğal olarak bilmek isteyen insan”da, “bilgeliği” mümkün kılar.
İşte bu bilgelik, kimliğin Elif Ba’sı, bir başka deyişle, mütemmim cüzü, yani, vazgeçilemez, esas unsurudur. Velhasıl, kimlik, insanın, fakat birey olarak, genel bir “insan” değil tekil olarak insanın, Ömer olarak insanın ne olduğuna dair bize bilgi verir. Aslında “kimlik” dediğimiz şey insanın insan olmaklığı bakımından niteliğine gönderme yapar. Yani ben Ömer’im, o kadar... Beni Ömer yapan sayısız nitelik bulunur, her birini tanımlamaya ve böylece benim gerçekte ne olduğumun bilgisine ulaşmaya kalktığımızda, işte o zaman kimlik parçalanır, dağılır, genişler, sulanır, boyutlanır ve bir şeyi kendi yapan mütemmim cüzden sonsuzca ayrılıp uzaklaşır. Yani ben Berfin’in babası Ömer’im, Zero’nun oğlu Ömer’im, erkeğim, Kürdüm, Müslüman’ım, Erzurumluyum vs vs uzayıp gider ve durum o kadar karmaşık veçhelere ulaşır ki, burada Ömer’i bulup; yekpare, sade, kendi olarak ortaya çıkarmak neredeyse imkansızlaşır.
Fakat öte yandan kimlik, tek boyutlu da değildir. Yani sadece doğuştan ve doğamda var olan ile sınırlı bir mahiyet taşımaz. Bu bakımdan, kimlik, “olan” değil, “kazanılan” bir şeydir. Zira benim Ömer oluşum, yani Erzurum’da Müslüman ve Sünni bir ailede dünyaya gelişim, benim nesne yanımdır. Yani benim, ben olarak herhangi bir katkıda bulunmadığım, kendim olmaklığımı gerçekleştirmeden önce var olan kimlik niteliğimdir. Ama ben sadece anasının memesine saldıran ve durmadan gaz çıkarıp altını dolduran biri olmaktan zaman içinde çıkacağım ve doğa içinde, hayat karşısında, herhangi bir “eyleyiş”e de sahip olacağım. Yani diyelim ki, köyün yamacında kuzuları otlatırken kurt gördüğümde korkacağım ve kendimi ondan korumak için bir çare arayacağım. İşte o kurdu gördüğümde içime dolan duygu ve ne yapmam gerektiği konusunda verdiğim karar, o kararı hayata geçirme biçimim, beni nesne olarak Ömer olmaktan bir adım ileriye taşıyacak ve özne olarak, duyumsayan, duyumsadığı şey üzerine akıl işleten, bir tavır alan, üretime geçen, (diyelim ki başka bir seferinde gene bir kurt ile karşılaştığımda artık ne yapacağım konusunda belli bir hatıraya, anıya, deneyime sahip biri olarak) tavır ve strateji geliştiren ve bunu bir tür öğrenme yeteneğine dönüştüren biri olacağım.
İşte bu olacağım şey, bende kimliği oluşturmaya başlayan deneyimler ve öğrenmeler setidir. Bu bakımdan, kimliğin bir başka niteliğine ulaşıyoruz; o da modern sosyal bilimin çok severek tartıştığı, kimliğin “inşa edilme” boyutudur. Yani kimlik, inşa edilen bir şeydir. Kaldı ki benim deneyimlerim ve tutumlarım, köyde kuzu otlatan Ömer olarak orada çakılı kalmayacak, zaman içinde din ve tanrı konusunda kimi telkinlere maruz kalacağım, anne ya da babaya karşı nasıl davranılması gerektiği konusunda kimi öğütler ya da gözlemler ile muhatap olacağım, kelimeler öğreneceğim ve kelimelerin çizgilerle ilişkisinden matematik kavramlara ulaşacağım, beynim genişleyecek, davranışlarımda A ya da B yönünde tercihte bulunma seçeneklerini bilip uygulayacağım, bildiğim şeyler ile onlar üzerine düşünme becerilerim gelişecek, tanrı ya da anne ilişkimden değer yargıları üreteceğim ve giderek şu ya da bu ölçüde bilgelik gösterme kapasitem artacak. İşte bütün bu kapasiteler ve aynı zamanda kendim olarak taşıdığım potansiyellerle toplumsal alanım da genişleyecek ve katıldığım toplumda kendimi bir şekilde ifade edeceğim. Bu kendimi ifade edişim, artık dünyaya geldiğimde, nesne niteliği ağır basan o “kimlik”ten, gerçekten de kendisi olma haline geçmiş olan, az çok “kendi olma”ya bir biçim vermiş olan bir özne olarak bir kimlik inşa etmiş olacağım. Belki anamın bildiği tanrıdan başka bir tanrı tasavvuruna, babamın öğütlediği ilkelerden başka ilkelere sahip olacağım, komşu ile ilişkiler hakkında fikirler taşıyacağım ve konuştuğum dil dışında bir dille karşılaşıp ifade zenginliğine erişeceğim. Böylece, çok bileşenli, ama tamamı da bir tekliğe karşılık gelen, yani beni “ben” yapan bir kimlik inşa etmiş olacağım. Şu ihtiyat kaydıyla ki, bu inşa, zaman içinde belki belli bir “karakter” kazanır, fakat asla bitmeyecek bir inşa olacaktır. Şimdi ismini hatırlayamadığım bir bilgenin deyişiyle söylersem; musalla taşında mutlak olarak kendini tamamlamış olacak olan bir kimlik inşasıdır bu.
Kavram alanında biraz fazla gevezelik ettim, aslına bakılırsa, öncelikle “kimliği” anlamak için belki bu tür bir boş boğazlık gerekli de olabilir, ama gene de bu bahsi geçip, biraz da yukarıda “kurt-kuzu” kıssası ile giriş yapmaya çalıştığım şu “kimlik inşası” dediğimiz şeyin tarih içinde nasıl tezahür ettiğine dair konuşmak zorundayız. Bunun için biraz İbn-i Halduncu, biraz da Marksist tarih zaviyesinden bir kaç kelam etmek ve böylece “toplumsal kimlik”, “sosyal kimlik”, “sınıf kimliği” ya da “toplumsal cinsiyet kimliği” gibi kavramlara değinmek gerekiyor. Kürt Hareketi’nin bu son politik hamlelerinin “kimlik” babında nasıl bir fenomene tekabül ettiği belki biraz daha somutluk kazanabilir diye düşünüyorum.
Bunun için söyleyeceğim sözleri, iki bilge insana dayandıracağım, bunlardan biri İbn-i Haldun, diğeri de Karl Marx. Bu her iki teorisyenden alacağımız görüşler, temelde “kimlik” tanımını, ama aynı zamanda kimliği inşa eden beşeri ve sosyal olguların bir çerçevesini verir bize. Fakat bu çerçeve öyle bir şeydir ki, her biri, bize, insanlık tarihinin, toplumların tarihinin ne olduğunu da söyler. Her biri, bize, bugünün gerisindeki kalıntının başka bir şey olduğunu vazeder. Yani kimlik o denli önemli bir şeydir ki, onu nasıl algıladığınıza göre sadece kendinizi ya da kendinizi ait hissettiğiniz toplulukları değiştirmekle kalmaz, hem kendinizin, hem de toplumun ne olduğu konusundaki algıları da değiştirir. Yaşı ve teorisinin kudreti nedeniyle önce İbn-i Haldun...
Çok genel olarak İbn-i Haldun, “Umran” teorisi, daha doğrusu tarih tezi ile, temelde aidiyet bilinci olarak “asabiyet” kavramını geliştirdi. Ne demektir asabiyet? Kabaca “Grup Bilinci” diyebiliriz. Yani aile, ulus, din, siyaset, dünya ve bütün bu unsurların değişim dinamikleri, her biri bir tür asabiyettir. Kendimizi bir aileye ait buluruz, bu bizim asabiyetimizdir, bir milliyete ait buluruz, bu bizim asabiyetimizdir, bir dine, bir siyasete, bir küresel sisteme, her neyse işte ait buluruz kendimizi ve bu aidiyetlerimiz sürekli bir dönüşüm halindedir, bu dönüşüm de bizden bir bilinç talep eder, dolayısıyla sahip olacağımız bu bilinç, bizim bir asabiyetimize karşılık gelir. O’na göre en küçük birimden en küresel düzeye değin, dayanışmanın kaynağı asabiyettir. Yani bir grup bilinci, aynı zamanda o grup içinde belli bir şekilde tezahür eden dayanışmayı da öngörür. Peki bu dayanışma hangi ihtiyaçtan kaynaklanır, dayanışmayı zorunlu kılan neden nedir? Korunma ihtiyacı... Zaten asabiyet, yani bir gruba, topluluğa, ulusa, (din ile aynı anlamda olmak üzere) ideolojiye ait olma hali, bu aidiyetin meşru ve gönüllü olarak kabulü, korunma ihtiyacından kaynaklanır. İşte bütün bu asabiyetler, sürekli bir değişim dinamiğine sahiptir. İşte bu dinamik, bize Marksist tarih teziyle karşılaştırma fırsatı veriyor: İbn-i Haldun’a göre kimliğin şekillendiği küçük topluluklar, (özellikle de Arap toplumlarını incelediği için), başlangıçta Bedevi’dir, yani kentleşmeye yatkın olmayan, tarıma dayalı topluluklardır, asabiyet bağları güçlüdür, yani güçlü bir kimlik oluştururlar, işbölümü grup içi dayanışma esasına göre şekillenir, fakat bu topluluklar, giderek kentleşmeye, yerleşikliliğe doğru bir dinamik taşırlar ve Hadari olurlar, yani lükse ve tüketime dayalı toplum anlamında Hadari’leşirler. Bu Hadari’leşme, bugün “uygarlık” ya da “medeniyet” denen türden Umran’ı ifade eder. Hadari toplumlarda da kimlik bilinci yani asabiyet vardır, fakat bu asabiyet, bir medeniyet değeri olarak Bedevi kimlik bilincinden bütünüyle farklı, hatta gittikçe soyutlanmış ve belirginliğini kaybetmiş bir kimliğe dönüşmüştür. İbn-i Haldun bahsini biraz uzattığım için Marks’ı kısa tutmalıyım; genel olarak biliniyor, Marks ve Engels’in özellikle Alman İdeolojisi’nde geliştirdikleri temel görüşe göre; “İnsanlık tarihi, sınıflı toplumların tarihidir ve esasen sınıf savaşımlarıyla belirlenmektedir.” Peki bu tez kimlik bakımından bize ne söylüyor? Tekil olarak kimlik özneyi tarif etmekle birlikte, toplumsal bütün kimlikler tek bir kimliğe indirgenebilir: Sınıf Kimliği...
Peki, bütün felsefelerin ve sosyal teorilerin dışında, yani hayatta ve nefeste, insan soyunun yaşam denen hakikatinde ve sürekli nüksedip duran hikayesinde “kimlik” nasıl bir mefhuma karşılık geldi ve geliyor? Sümerler’e karşı sürekli bir savaş halinde olan Elamlılar ve Akadlılar, bunca güçlü orduları nasıl topladılar dersiniz? Açgözlülüklere seslenen, iştahları kabartan ve gurur yaratan söylevlerle. Peki bu söylevlerin içeriği, bam teli neydi? Kimlik... Peki bu kimlik o çağlarda nasıl inşa ediliyordu? Ağırlıkla mitolojiler ve din ile. Yani soyutluklarla inşa ediliyordu. Persler, Yunan şehir devletlerine saldırmak için aç gözlü ve iştahlı kalabalıkları nasıl bir araya getirmeyi başarıyorlardı? Tam da aç gözlülüğü ve iştahı tatmin edecek araçlarla. Neydi bu araçlar, Pers mitolojisinin kahramanlık ve gurur yaratıcı öğeleri neyse oydu. Bu, bazen Pers Hükümdar Kserkses’in heybeti ve ihtişamı, bazen onun kudretli ve ikna edici söylevleri, ama en nihayetinde komutanlarına bahşedeceği topraklar, ulufeler, faydalar. Hanibal Barca, ta Kartaca’dan Roma’ya, akla zarar çetinlikteki yolculuğu askerlerine nasıl yaptırabildi, ya da aynı şey demek olan Büyük İskender’in Pers ve Hint ülkelerine yolculuğu, bunlar nasıl yaptırılabildi? Kimlikle.
El netice “Kimlik” denen, (fakat bir hakikat değeri olarak “öznenin neliğini” tarif eden kimliği kenarda tutarak söylüyorum) toplumun harcını tarif eden mefhum olarak kimlik, bilebildiğimiz bütün çağlar boyu sürekli bir değişim dinamiğine sahipti ve bu dinamik, mitoloji, din, siyasal söylev, etnik övgü gibi unsurlara dayansa da, el netice yarar ve korunma ilkesinden başka bir mayaya sahip değildi. Hiç olmadı, bugün de, toplumsal cinsiyet kimlikleri de dahil, sivil toplum örgütü ya da coğrafik yerelliklerin kaynaşma mekanlarını da katın isterseniz, durum değişmedi.
Dinlere bakalım mesela, her din bir yaratıcı kudrete dayanır, bir öbür dünya, yani ölümün korkusundan kurtulma avantajı sunar, promosyon olarak da öbür dünyada şatafat (yani cennet) vadeder. Bir de şöyle düşünelim, en güçlü kimlik kurucu olarak din, hele öbür dünya ve cennet vadetmesin de görelim, hangi dinin tanrısına iki meteliklik değer verilir ya da biat edilir ki? Dolayısıyla öznenin özne olarak, insan diyelim biz, onun niteliklerini ifade eden “kimlik” dışındaki hiç bir kimlik, bir hakikate tekabül etmez.
Beri yandan, bugün, yani hakikat ötesi toplum tartışmalarının revaç bulduğu bu çağda bile, toplumsal cinsiyet, ırk ve etnik köken, yaş, cinsel yönelim, sınıf, statü, din ve sağlık durumu gibi sayısız kimliklerin tarifi bugünün sosyoloji literatüründe at koşturuyor. Kimi sosyologlar, toplumsal kimliği, kişinin, hangi toplumsal kesime bağlı olduğuna ilişkin kendi algısına ithaf ediyorlar. Yani denmek isteniyor ki, kişi kendini hangi toplumsallığa ait hissediyor ise, o, onun toplumsal kimliğidir. Bu da, bireylerin, kendi benlik imajlarını grup üyeliğine taşıması, özgür iradesiyle seçimler yapması olarak teorileştiriliyor. Böylece a-priori olarak bir özgür irade vurgusu da yapılmış oluyor. Oysa bu, İbn-i Haldun’un dilinden söylersek Bedevilik asabiyetinden, yani münferiden tüketime meyletmemiş ya da gurur ile kandırılmamış bilinçten, Marks’ın dilinden söyler isek de sınıf bilincinden soyutlama teorisidir. İçi boş, afaki bir varsayımdır yani. Bu yönüyle da kimlik kavramı üzerinden sadece bugünün yıkıcı uygarlık değerlerini meşrulaştırma ideolojisidir.
*
Şimdi, bütün bu açıklamaların üzerine, Kürt Hareketi’nin bugünkü çıkışını ele alabilir ve bunun, cari toplumsallık, siyaset, ahlak ve ideolojik koşullanmalarda yarattığı şaşkınlığa dönebilir, böylece “kimlik talebi” ekseninden bu politikanın kritiğini yapabiliriz diye düşünüyorum. Kürt Hareketi’nin dayandığı paradigma, hem modern ulus devletlerin ortaya çıktığı son 200-250 yıllık dönem boyunca Kürtler’in bir devlet kuramamış olmasına, hem de yerel ve küresel siyaset oyununun bu yoksunluğu pekiştirmesine bir itirazdı. Hareketin ortaya çıktığı 1970’li yılların “dünya hali” de bu paradigmayı destekliyordu. Zira sosyalist blokun varlığı, hareketin ideolojik kaynaklarını kendine göre belli bir meşruiyetle temellendirmesini sağlıyordu. Ama aynı zamanda kimlik inşasında da, İbn-i Haldun’dan ziyade Marks’ın tarih tezine daya yakın bir rota belirlenmişti. Bu ne demektir? Merkezi talepler Kürtler’in yoksunlaştırıldığı haklar olmakla birlikte, bu haklar, sadece “milli kimlik” ve bunun sağlayacağı “milli saadet” gibi yararlara göre tanımlanmıyor, tıpkı Marks’ın proletarya için öngördüğü komünist toplum formülünde olduğu gibi “ötekiyle eşitlenme” ya da “bütün ötekilerin berikilerle eşitlenmesi” gibi bir tasavvura yaslanıyordu. Bu yönüyle Kürt Hareketi’nin yarattığı dinamikler de münferiden silahlı bir örgütlenme değil, küresel düzeyde “örgüt” algılarına belli katkılarda bulunan kadın ve ekoloji temelli yapılanma, global ölçeklerde siyasal ağ kurma becerisi, silahta ve siyaset kurumunda değil doğrudan insanda kendini var etme çabası gibi yenilemezlikler, ortadan kaldırılamazlıklar inşa etti. Bu, bir bakıma yeni türden bir kimlik inşası idi. Bu kimlik, bir tür “öz”ü yeniden “inşa” mefhumunu carileştirdi. Bu bakımdan tikel bir “kimlik” değil ama tümel bir “varlık” fikri yaratıldı diye düşünüyorum.
Yani bir bakıma, Aristoteles’in duyular hiyerarşisinde dile getirdiği haliyle ve tabi tamamen subjektif olarak benim için; bir ideoloji, bir sanat, bir felsefe, bir dünya görüşü olarak kimlik nedir diye sorulacak olursa, edebi bakımdan o denli yetkin olmadığım için, önce Emiliano Zapata, ardından da Subcomandante Marcos’tan şu alıntıları yapmak zorunda olduğumu söylerim:
Zapata: “Kardeşler, biz gecede doğduk, onda yaşıyoruz ve onda öleceğiz. Ama ışık yarın daha fazla insanı aydınlatacak, bütün gecede ağlayanları, gündüzün inkar ettiklerini aydınlatacak. Herkes için ışık, herkes için her şey!”
Marcos: “Marcos, San Francisco’da bir gay, Güney Afrika’da bir zenci, San Ysicro’da bir Chicano, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Mexico City’nin varoşu Neza’da bir çete mensubu, folk müziğinin kalesi Ulusal Üniversite’de bir rocker, Almanya’da bir Yahudi, Savunma Bakanlığı’nda bir uzlaştırıcı, soğuk savaş sonrası çağda bir komünist, ne galerisi ne müşterisi olan bir sanatçı… Bosna’da bir barışçı, Meksika’nın herhangi bir kentinde bir ev kadını, grev yapmaya asla yeltenmeyen CTM sendikasında grevci, başkaları için kitap yazan bir gazeteci, gece saat onda metroda yalnız başına bir kadın, topraksız bir köylü, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci, serbest piyasacılar arasında bir muhalif, ne kitabı ne okuyucusu olan bir yazar ve tabiî Güneydoğu Meksika dağlarında bir Zapatacı’dır…”