2007 yılının ilk aylarında,  Özgür Düşün Dergisi tarafından İstanbul’da bir “aydınlanma sempozyumu” organize edilmişti. Sempozyum için, Özgür Üniversite’de geçirdiğim yaklaşık beş yıllık çalışmadan devşirdiğim fikirler çerçevesinde, mealen , “akademide iktidar ve muhalif pedagoji” başlıklı bir tebliğ hazırlamıştım. Aslına bakılırsa tebliğin başlığında yer alan kavramlar ve münderecat, hem taşıdığım formasyonu, hem de entelektüel çapımı fazlasıyla aşan bir mahiyete sahipti. Zira itiraf etmeliyim ki, o güne kadar, özellikle Michel Foucault’un biyo-iktidar kavramı çerçevesinde yaptığı tartışmaların bir kısmına aşina olmak dışında, bu hikayenin bütünüyle cahili sayılırdım. Hatta, modernitenin suyunda pişirilmiş “aydın” ifadesini dilimizden düşürmezdik ama “münevver” kavramıyla tanışmam da bu sempozyuma hazırlık döneminde gerçekleşmişti. Sempozyum iki tam gün sürdü ve neredeyse hiç bir oturumu kaçırmadım, çok şey öğrendim bu sempozyumda, işte bunlardan biri de “münevver”in önemi ve değeriydi.

O gün bugündür, bu kavrama belli bir sempati, hayranlık taşırım. Hem yeryüzünün en zengin dillerinden biri olan Arapça’dan geliyor olması, hem de muhalif/Marksist literatür ile haşir neşir öncülerin, özellikle de Kıvılcımlı’nın metinlerinde sık rastlanıyor olması, kavramın şanına şan, namına nam katmıştı benim gözümde. Dolayısıyla, Münevver Gazete’de yazmaya başladığım bu ilk yazıda, kavramla ilgili bir kaç serencamın altını çizmek istiyorum.

  1. Münevver kavramı; en şık, en kadim, en görkemli, en sahici, en hakiki mahiyetini, Sokrates’in Savunması’nda kazanmıştı. O ki, Atinalı 500 (bazı rivayetlere göre 501)  erkek jüri üyesinin önünde, tanrılara şirk koştuğu iddiasıyla yargılanıp gençlerin ahlakını bozmakla suçlandığında, suçsuzluk iddiasında ya da bağışlanma talebinde bulunmadı, aksine, kendisine, muktedir karşısında kuyruğu dik tutma onurunu kazandıran o eşsiz tezlerini savundu. 
  2. “Münevver”in ikinci önemli onuru ve rüştünü ispatlama serüveni de gene Sokrates aracılığıyla hakikat mertebesine çıktı. Sokrates, bu ikinci münevverlik imgesini, bizzat kendi ölümü ile somutlaştırdı. Filozofu Atina’dan kaçırıp ölümden kurtarabilecek dostları vardı ve üstada bu öneride bulunmuşlardı, ancak o, ölümün, kaçınılması gereken bir durum olmadığını kanıtlayan söylevi ile kavrama yeni ve daha güçlü bir içerik kazandırdı. Baldıran zehrini içerek, tıpkı tarihin en önemli savunması olan jüri karşısındaki kendi savunmasında olduğu gibi, ölümü ile de “münevver” kavramını derinleştirdi.
  3. Sokrates sonrası felsefe, doğadan insana teşmil oldu, böylece felsefe yapmak, insanın doğa karşısında, güç karşısında, otorite ve tahakküm karşısındaki eylemine odaklandı. Ve bu eylem, ahlaki-politik bir ilkeye dönüştü, buradaki “münevver”, aslında “doğal insan”ı ya da Spinoza’nın deyişiyle söylersek, “insan doğası”nı, yani bir bakıma insanın etikasını ifade ediyordu.
  4. Yunan medeniyeti ve felsefesi, Roma’nın yükselişi ile form değiştirdi. Bu topraklardan insanlık tarihinin yüz akı münevverler zuhur etti. Bunlar içerisinden ismi anılmadan geçilemeyecek olanlardan biri de Spartaküs’tür. Gladyatör bir köle, daha sonra Roma ordusunda bir süvari olan Spartaküs, ilk büyük münevver tavrını, kendi halkına saldırması için üstlerinin emrine karşı gelmesi ile ortaya koydu. Nihayet, tarihin en ihtişamlı, en kudretli imparatorluklarından biri olan Roma’ya karşı isyana, kıyama, huruca kalkışabilmiş bir münevver oldu. Bu maddeye bir parantez açacağım: Antik Yunan’ın ahlak ve politika mirası, bir kaç yüzyıl Roma tarafından devam ettirildi, fakat asıl önemli devamcıları İslam’ın ikinci/üçüncü kuşak münevverleri oldu. Bu gelenek; Sebbah el-Kındî, Farabi, İbn-i Sina, Hallac-ı Mansur, Muhiddin İbn-ül Arabi, İbn-i Rüşt ve İbn-i Haldun (vb) ile sürdürüldü.
  5. Bunlar içerisinden Hallac-ı Mansur, islam coğrafyasının en önemli mürşitlerinden biri olarak Sokrates’ten farksız, bilakis daha ağır, daha işkence dolu bir ölümü kabullendi. Mansur, Emevi ırkçılığının Afrika’dan devşirerek Basra’ya getirdiği ve köleleştirilerek bataklıklarda zorla çalıştırmaya zorladığı siyahilerin, yani Zenc İsyancıları’nın bir tür sözcülüğünü yaptı ve daha sonraki dönemin Abbasi hükümdarı Muktedir Billah’a karşı ayaklanma örgütleyen Karmati Hareketi’nin Dai’si, yani propagandacısı olmak suçlamasıyla yargılandı, üç gün boyunca işkence gördü, bedeninin bütün uzuvları tek tek kerpetenle kesilerek eziyetli bir ölümle cezalandırıldı.*
  6. Hallac-ı Mansur’un takipçilerinden ve Vahded-i Vücud/Vahded-i Mevcut felsefesinin temsilcilerinden biri olan Hurufi Şair İmadettin Sêyyîd Nesimi, münevverliğin elifba’sıydı. Her ne kadar “Men bu cihane sığmazam” eseri bugün popüler kültür ve televizyon dizi kültürünün tüketim nesnesine dönüştürülmüş olsa da, Nesimi, iradi bir tavır ile Bakü’den Halep’e giderek, kendi ölümüne rıza vermiş ve tahakküme karşı “varlık” olmanın, insan olmanın erdemini savunabilmişti. 
  7. Münevver denince, bu kavramın yakın çağdaki en önemli, bana soracak olursanız insanlık tarihindeki en değerli sembolü, hatta yer kürenin bugüne kadar gördüğü, görüp görebileceği en yetkin münevver temsilcisi (ki kendisi pirimiz olur) Baruch Spinoza’ydı. Sefarad Yahudilerinden bir aileye mensup olan Spinoza, daha gençlik çağlarında, alnında taşımaya başladığı aforoz damgası ile bir münevver olduğunu ortaya koymuştu. Henüz 24 yaşında iken sahip olduğu fikirler nedeniyle hahamlar tarafından sinagoga çağrılan ve fikirlerini “uysal bir fikir çemberi” dairesinde açıklanması için telkinde bulunulan Spinoza, fikrin ömürden kıymetli olduğunu ortaya koyan tavrıyla hahamları dinlememiş ve aforoz edilerek güçlü bir münevver hikayesi ortaya koymuştu.
  8. Spinoza’dan kısa bir süre önce yaşayan Giordano Bruno da bilim cephesinden münevverliğin bayrağını taşıyordu. Aslına bakılacak olursa, Bruno, bilim adına “hakikat”in namusunu temsil eden en acılı ölümü bedeninde müşahade etmişti.
  9.  Bruno’dan yaklaşık 350, 400 yıl önce, Amasya’da koyun çobanlığı yapan ve Halep’teki Dede Garkın’dan irşat olmuş olan Baba  İlyas, Mardin/Adıyaman dergahındaki generali ve tasavvufi temsilcisi Baba İshak ile birlikte muktedirin zulmüne karşı halkın direniş gücünü temsilen kıyama durmuş ve Amasya Kalesi’nde idam edilmişti. Bunun üzerine Adıyaman, Mardin, Malatya ve Maraş’tan kalkarak Konya’daki muktedirin üzerine yürüyen baba İshak da Malya Ovası’nda zırhlı Frenk askerleri ile cenk ederek münevverlik künyesine ismini yazdırdı. O’nun, baba İlyas ve Dede Garkın’ın irşad olduğu kişi ise gene münevverliğin somut bedeni vasfını taşıyan Tac-ül Arifin Eb-ul Vefa El Kurdî idi.
  10. Münevverlik, Jean-Poul Sartre’nin deyimiyle “sadece bilgisi ile değil, tavrı ile de iktidarı, tahakkümü ve hiyerarşiyi bir tür savaşılacak şer cephesi olarak görüp, ona göre tavır ve karakter sahibi olabilenlerdi. Tarih boyunca çoktular. Çok fazla çoktular. Ki bu münevverlik geleneği; Mezopotaya ve Anadolu’daki Rafızi’ler, Yakın Asya’daki Hurufi’ler, Babailer, Refailer, Vefailer, iktidar zulmüne ve sömürüye karşı kıyama duran Bedreddiniler, Karaburun’da Börklüce Mustafa, Manisa’da Torlak Kemal, Katolik Kilisesi’ne karşı duran Martin Luther King, O’nun muktedirleşmesi nedeniyle “Köylü İsyanı”nı başlatan Thomas Müntzer, Türkiye’de işçi sınıfı ve azınlıklar, proletarya ayaklanmalarının teorisyeni Dr. Kıvılcımlı, despotizm ve şedit işkence yöntemlerin mucitlerine karşı direnen, ser verip sır vermeyen Kaypakkaya, Deniz’ler, Mahir’ler, Mazlum’lar, Paramaz’lar, cümle rafıziler, kadınlar ve erkekler...

Münevverlik, sadece teorik öncülük değildir; bilakis teori zaten a-priori bilgi olarak vardır ama daha da önemlisi tavırda, tutumda, eylemde muktedire boyun eğmeyen tutarlılık ve bütünlüktür münevver. Münevver, İsrail tanklarına taş atan Edward Said’tir. Polisin Araplara karşı terör estirdiği Paris sokaklarında Cezayirli direnişçilerin yayın organı dergilerini dağıtan Jean-Paul Sartre’dır. Çocuk yaşta hapishanelere konan ve hayatının en verimli yıllarını Fransız zindanlarında geçirdikten sonra, ömrünün epeyce ilerlemiş bir evresinde çıkar çıkmaz da Kara Panterler Hareketi’ne katılan, siyahilerin ırkçılığa karşı direnişini dünya insanına tanıtan Jean Genet, Hacı Bektaş’a dergah açan, hatta dergahın abadkarı ve sürdürücüsü olabilen, öncesinde Bacıyan-ı Rum teşkilatındaki fedai Kadıncık Ana Fatma’dır.

Münevverlik bir zincirdir. Bir düşünce zinciri... Ki insanlık tarihi, o zincire herhangi bir coğrafyada herhangi bir halkanın katılmasıyla ilerledi ve bugün nefes alabiliyor isek, tıpkı varlıkta ruha tekabül eden DNA zinciri gibi kendi varlığını bugün “can” taşıyanlara nefes olarak bahşedebilenlerdir.

Ne mutlu Münevver’in takipçilerine...

* Mansur’un fikri evrenini konu alan tiyatro oyunu: (https://tiyatrolar.com.tr/tiyatro/hakikat-atesi-hallac-i-mansur)