Hatay-Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat Depremi üzerinden altı ay geçti fakat hâlâ yaralar sarılmış değil. 14-28 Mayıs seçimleri ülke gündemini uzunca bir süre  meşgul etti ve bu arada deprem bölgesindeki sorunlar iktidar cenahı dışında muhalefetin de gündeminden düştü. Unutuldu mu peki deprem bölgesi?

'Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür' diye bir söz vardır. Tanzimat dönemi yazarlarından olan Muallim Naci'ye ait olduğu söylenir. İnsan hafızasının en büyük sakatlığı unutmaktır anlamında kullanılıyor. Yazar bu sözü söyleyecek ne yaşamıştır bilinmez ama bu topraklarda yaşananlara dair çok şeyi barındırır içinde...

Onca felaket, cinayet, ihmaller silsilesi içinde tekrar aynı şeyleri yaşayan bir ülke olarak, artık olmuş ya da olacak her şeye şaşırmamayı öğrenmiş olduk. Belki de en acı ve trajik olanda artık tüm bu yaşananlar değil, bu kanıksama hâli olsa gerek. Tüm ülke film yönetmeni Zeki Demirkubuz'un da dediği gibi; “bu ülke ve bu hayata dair hiçbir şeyin hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum" cümlesindeki ruh haline bürünmüş gibi.

Evet çok acı şeyler yaşadı bu ülke, çok felaketler gördü. Çok insanlar yitirildi. Her defasında karşımıza çıkan ve her defasında büyük kayıplar verdiğimiz, unutturulan, insanlarımızın enkaz altında can verdiği deprem gerçeği...

Bize "kader", "fıtrat" diye anlatılan ama çarpık kentleşme, rant ve piyasanın insafına bırakılmış hayatlarımızın enkaz altında yok edildiği depremler...

Depremin kendisi değil belki ama insanın umarsızlığı ve bencilliğinin siyasi iktidar kılıfına bürünmüş sınıfsallık halidir öldüren dersek daha doğru olur sanırım.

6 ŞUBAT'A GİDEN YOL

Türkiye ne yazık ki dünyanın en büyük ve yıkıcı depremlerini üreten deprem kuşaklarının birinin üzerinde bulunuyor. Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Anadolu fay hatları her 20-25 yılda büyük ve yıkıcı depremler üretebilecek potansiyele sahip. Zira Türkiye'nin deprem haritasına bakıldığında yer bilimcilerin yüksek perdeden söyledikleri şeyleri acı bir reçete olarak deneyimliyoruz.

Genel olarak verilere bakarsak, yedi ve üzeri depremler büyük tahribata yol açmakta ve yıkıcı olmaktadır. Türkiye 1500'lü yıllardan itibaren bugüne kadar yedi ve üzeri 23 deprem yaşamıştır. Bunların on dördü 1939 ile 2018 yılları arasında yaşandı.

Yani 1939 Büyük Erzincan depreminden sonra yedi ve üzeri depremlerin normalin üstünde sıklaştığı görülmektedir. Erzincan depremi itibariyle 17 Ağustos Gölcük depremine kadar olan zaman diliminde Anadolu'nun bir çok bölgesinde ona yakın deprem olmuş ve bu depremlerde 500 ile 5000 arasında insan ölmüş ve daha fazlası yaralanmıştır.

17 Ağustos 1999'da yaşanan Gölcük depreminin o tarihe kadar olan depremlerden en büyük farkı ise insan kaybı ve tahribat açısından çok daha büyük boyutlu olmasıdır. Bu depremde resmi rakamlara göre yaklaşık 18 bin insan ölmüş yaklaşık 25 bin kişi yaralanmıştır.

Bilimsel veriler ve istatistikler dikkate alındığında Türkiye büyük ve yıkıcı etkileri olan depremlerin yaşandığı bir ülkedir. Bir deprem ülkesi olmamıza rağmen ülkemizdeki kentleşme dinamikleri ve yapılaşma büyük zaafiyetler barındırıyor. Özellikle bir çok şehir fay hatları üzerinde konumlanmış ve bu illerdeki yapılaşma çok çarpık boyutludur.

Peki bu kadar ciddi deprem gerçeği varken yetkili kurumlar tarafından alınan önlemler yeterli mi?

En son yaşadığımız 6 Şubat 2023 deprem felaketinde de görülmüştür ki Türkiye bu yaşadıklarından hiç bir zaman ders çıkarmamıştır. Alınan önlemlere baktığımızda; AFAD, 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminden sonra toplam 1332 deprem toplanma alanı açıkladı. Bu sayı daha sonraki yıllarda arttırıldı fakat 200 metrekarelik alanlar deprem toplanma alanı ilan edilmiştir.

Bu ne kadar yeterlidir? Deprem toplanma alanı ilan edilen yerlerin bazılarının AVM ve otoparka çevrildiğini ise hepimiz biliyoruz. Ayrıca bu toplanma alanları Japonya'daki gibi su tankları ve gerekli araç gereçlerle donatılmış bile değildir.

Peki depremin yıkıcı etkilerini en aza indirmek için ne yapılmalıdır?

Tüm uzmanlar bu soruya "Gerçek Kentsel Dönüşüm" olarak cevap veriyor. Aslında 2000'li yıllardan itibaren Türkiye'de kentsel dönüşüm uygulamaları başlamıştır fakat kentsel dönüşümden kasıt nedir uygulamalara baktığımızda bu tartışmalıdır.

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odasına göre, kentsel dönüşüm Türkiye'de yık/yeniden yap şeklinde anlaşılıyor. Boş alanların yapılaşmaya açılması ve yıkılan binaların yerine daha yüksek ölçekte bina yapılması kentsel dönüşüm olarak algılanıyor.

TMMOB'a göre gerçek kentsel dönüşüm boş alanların, yeşil alanların, sokak genişliklerinin ve çevresel etkilerin de birlikte düşünüldüğü bir dönüşümü ifade etmektedir.

Ayrıca Türkiye'de depreme hazırlık anlamında yüksek binalar için herhangi bir yönetmelik de bulunmuyor. Bu durum deprem sonrasında arama kurtarma faaliyetleri için büyük bir handikap oluşturmaktadır. İstanbul Valiliği Proje Koordinasyon Birimi (İPKB); her ne kadar hastane, okul ve kamu binalarının güçlendirildiğini söylese de bu güçlendirme çalışmaları ne kadar yeterli ve sağlıklı tartışmalıdır.

Yine önlemler kapsamında Maraş ve Malatya'da geçici deprem tatbikat bölgeleri ve toplanma alanları oluşturulmuş fakat bu alanlar nedense kullanılmamıştır.

Sonrası ise AFAD organizasyonunun deprem bölgesine bir çadır bile dağıtamayacak duruma gelmesi gerçekten trajikomiktir...

17 Ağustos Gölcük depreminden sonra Ecevit hükümeti tarafından çıkarılan bir kanunla deprem vergisi toplanmaya başlandı. Başta geçici olarak alınacağı söylenen deprem vergisi daha sonra Özel İletişim Vergisi (ÖTV) olarak güncellendi. Bu vergiler 2011'de Maliye bakanı Mehmet Şimşek'in dediği gibi -şimdide bakan olan zât- yol, ulaşım ve tarımsal faaliyetler için kullanılmıştır. (biz yalancısı olmayalım!)

Yine bir röportajda AKP'li bir bürokrat da toplanan deprem vergilerinin yol, köprü yapımında kullanıldığını itiraf etmiştir. Peki bu kadar deprem olan bir ülkede neden hala ciddi önlemler alınmıyor? Üstelik toplanan deprem vergilerinin sanki hiç can ve mal kaybı yaşanmamışçasına iktidarların seçim malzemesi olmaktan öteye gitmeyen yol ve köprü yapımında kullanıldığı iktidarın bakanları tarafından pişkince söylenebiliyor. Hepimizden alınan vergilerle deprem afet bölgelerine neden yatırım yapılmıyor?

Biz söyleyelim: tüm bunların nedeni yaptıklarından sorumlu tutulmayacakları gerçeğidir. AKP iktidarı tüm bu cesareti sorgulayıcı ve denetleyici mekanizmaları yok etmesinden almaktadır.

Türkiye'de uzunca bir süredir denetleyici mekanizmalar işlemez haldedir. Bunun en büyük sebebi yaratılan AKP rejimidir. Tek Adam Rejiminin tüm harcamaları ve faaliyetleri Sayıştay ve Danıştay denetimleri dışında bırakılmıştır.

Aynı zamanda bütçeden kullanılan Örtülü Ödenek giderleri ise Meclis denetimi dışındadır zaten. Bu giderlere baktığımızda son 15 yılda yüzde 1600 arttığını görmekteyiz. 2005 yılında 155 milyon olan örtülü ödenek harcamaları 2021 yılı itibariyle 2.7 trilyon civarındadır. 2022 yılının ilk 3 ayında ise örtülü ödenek bütçesinden yapılan harcama rekor boyuta çıkmıştır. Tam 781 milyon lira. Bu giderler afetler için tedbir ve hazırlık giderleri olarak kullanılmış olsaydı bile Türkiye afet hazırlığı  konusunda ciddi bir yol kat etmişti.

Böyle bir ekonomik ve siyasi atmosferde Türkiye 6 Şubat 2023 Hatay-Kahramanmaraş depremini yaşadı. Bu depremde 50 bin civarı insanımız yaşamını yitirdi ve 120 binden fazla insan yaralanmıştır. Depremin olduğu gün ve sonrasındaki ilk 3 günde hiç bir arama kurtarma faaliyeti ve organizasyonu bölgeye ulaşamamış ve tam bir fiyasko yaşanmıştır.

İnsanlar enkaz altında buz gibi soğukta donarak öldüler. Sadece sivil toplumun ve dayanışma örgütlerinin olağanüstü uğraşlarıyla insanlar enkazlardan çıkarılmaya çalışıldı. Bölgeye yüzlerce tır gıda, erzak, çadır yardımı gönderildi.

Hatta bu yardımların çoğuna iktidar tarafından el konuldu ya da izin verilmedi. Onlarca maddi yardım kampanyaları düzenlendi fakat toplanan o paralara bile İçişleri ve Valilikler tarafından banka hesaplarına bloke konularak engel olundu. Kızılay ise bölgeye çadır ulaştırmak şöyle dursun Haluk Levent'in Ahbap Derneği'ne çadır satmakla meşguldü. Kızılay'ın depremin 3.günü Ahbap derneğine 46 milyonluk çadır sattığı söylenmektedir. Daha sonra anlaşılmıştır ki Kızılay bile iktidarın elinde işlevsiz bir kurum olmaktan öteye gidememiştir. Çadır ve konteynır üretim tesisleri atıl hale getirilmiş ve kurumun tüm yapısı değiştirilerek içi boşaltılmıştır. (işlevsizleştirilmiştir)

Ayrıca içi boşaltılan tek yardım kurumu Kızılay değildir. Hatırlarsak geçen seneki orman yangınlarında tek yangın söndürme uçağı kaldıramayan iktidar Türk Hava Kurumu'nun da yapısını değiştirerek içini boşaltmıştı.

YAKLAŞAN İSTANBUL DEPREMİ

Evet afet büyüktür ama iktidarın yarattığı çaresizlik ve acziyet ondan da büyüktür. Peki bu gerçekler ortadayken, yakın zamanda olacağı bilimsel bir gerçek olan Büyük İstanbul Depremi için iktidar ne gibi önlemler almıştır?

Prof.Dr. Naci Görür yaptığı bir konuşmada çizilecek yol haritasını açıklamıştır:

“Türk hükümetinin, Türk devletinin behemehâl deprem odaklı kentsel dönüşümü yapması lazım. Sadece yapı stokuna odaklanarak değil, kentin bütün bileşenlerini depreme hazırlayacak şekilde planlaması lazım. O da AFAD ile ya da bugünkü şekilde olmaz, çok ciddi olarak devlet bir bakanlık kurmalı. Bu, afet bakanlığı olmalı. Bunun içine iklim de deprem de girer. Özellikle deprem kuşaklarında bu bakanlığa ciddi bütçe vermek suretiyle ciddi, iş bilir, liyakatli kadroları bu bakanlıkta toparlayıp yapılaştırma olduktan sonra planlı programlı, 5 yıllık planlar ve bir bakanlık şeklinde bu işe girilirse Türkiye'yi deprem dirençli hâle getirebiliriz"

En son Nisan ayında TBMM'ye bilgi veren deprem uzmanları gerekli önlemlerin alınmadığını ve ivedi şekilde alınması gerektiğini ilettiler. Fakat seçim sonrasında da görülüyor ki -her gün gündemi meşgul eden- Merkez Bankasının kur ve faiz politikası dışında iktidarın herhangi bir "önlem" aldığı yok.

Japon deprem uzmanı Yoshinori Moriwaki ise Antalya Sanayici ve İşadamları Derneği'nin toplantısında İstanbul depremi gerçeğine değindi. Burada 250 yıllık İstanbul depremi periyoduna dikkat çeken Moriwaki en son 7 ve üzeri iki büyük depremin 1509 ve 1766 yıllarında olduğunu belirtmiş, İstanbul'un derhal boşaltılması gereken ilçelerini saymıştır.

Özellikle zeminde dolgu toprak ve sıvılaşma olan bölgeleri tarif eden Moriwaki; Silivri, Küçükçekmece, Avcılar, Başakşehir, Büyükçekmece, eski Atatürk Havalimanı ve Bakırköy çevresi yüksek riskli bölgeler olarak saymıştır ve bu bölgelerin boşaltılması için acil eylem planı hazırlanması gerektiğinden bahsetmiştir. Boğazın iç yakası yani Beşiktaş, Sarıyer, Beyoğlu ve iç kesimleri, Şişli'de dahil, Beykoz, Üsküdar, Kadıköy ve iç kesimler kayaç zemin olmasından dolayı nispeten daha sağlamdır. Fakat bu bölgelerdeki yapılaşma ve bina stoku sorunludur.

Kağıthane, Fatih, Bağcılar, Gaziosmanpaşa gibi ilçelerin zemini handikaplıdır. Zeminin sağlamlığı bir faktördür yalnız buralardaki binaların eski yapılaşmanın yoğun ve zaaflar barındırması çok büyük risktir. Bu durumda İstanbul'da deprem riski acil alarm durumundadır. Yerbilimci Prof.Dr. Naci Görür, İstanbul'un deprem riski göz önüne alındığında %1'lik bir riski düşünsek bile en iyi ihtimalle bile 500 bin insanın öleceğini söylemiştir. Bu rakam gerçekten çarpıcıdır. İstanbul depremi ayrıca olası bir Tsunami ve yangınlarla da yüzyüze kalacaktır. Ülkenin ekonomisinin kalbi olan ve milyonlarca insanın yaşadığı kentte deprem sonrası oluşacak kaosu hesaba katmıyoruz bile...

Moriwaki ayrıca yasal düzenlemelerde de sorun olduğunu ve yeni yönetmelik ve düzenlemelerin hemen hayata geçirilmesi gerektiğini söylemiştir. Kendi ülkesi olan Japonya'da imar affı olmadığını ve yapı denetiminin çok sıkı tutulduğundan bahsetmiş, yapı izni alan müteahhitlerin Türkiye'de bu belgelere çok kolay sahip olabildiğini ifade etmiştir. Türkiye'de hiçbir uzmanlığı ve yetkinliği olmayan kişiler müteahhit olmakta ve yerel idarelerden, belediyelerden kolayca yapı izni alabilmektedirler. Burada yerel ve genel idarecilerin ortak bir suistimali de söz konusudur.

Evet bilim bize yaklaşan büyük bir İstanbul depremi gerçeğinden bahsetmektedir. Hatay-Kahramanmaraş depreminde de görülüyor ki iktidar vergi toplamak ve zamlar dışında ciddi bir 'deprem hazırlığı' yapmamıştır. Seçimlerden aldıkları yetkiyle ve yerel seçimlerinde olası sonuçlarını düşünürsek bundan sonra da yapmayacağı olasıdır. Bu konuda tüm sivil toplumu, demokratik kurumları, demokrat ve ilerici kesimleri bir görev beklemektedir. O da idari kurumları ve yerel belediyeleri bu konuda adım atmaya zorlamak ve artık işlevsizleşmiş olan devlet kurumlarını önlem almaya ya da hazırlıklı olmaya zorlayıcı olmaktır. Çünkü sivil dayanışmanın da yapacağı şeyler bir yerde sınırlıdır.

Altı ay geçmesine rağmen Hatay başta olmak üzere depremden etkilenen 10 ilde hâlâ su, sağlıklı gıda ve barınma sorunu yaşanmaktadır. Ayrıca enkazlardan yayılan yoğun bir toz bulutu tüm bölgeyi kaplamış ve asbest gibi çeşitli hastalıklara sebep olmaktadır. Tüm bunlara rağmen depremin ilk gününden itibaren Hatay başta olmak üzere deprem bölgelerinde sosyalist dayanışma örgütlerinin olağanüstü çabaları var. Bunlardan Hatay Defne'de Sol Parti Dayanışma Gönüllüleri bir yaşam alanı oluşturmuş; gıda, erzak ve yemek dağıtımından, temiz içme suyuna, duş ve tuvalet alanlarından kütüphaneye ve eğitim faaliyetlerinden tutun çeşitli kültür sanat atölyelerine kadar faaliyetler yapmaktadır. En son Hatay'da Deprem Dayanışma Derneği ve Üretici Kooperatifi ile yeni bir dayanışma çalışması da başlamış durumda. Tüm bunlar ortada duruyorken ve sınırlı olanaklarla da olsa halkın dayanışmasıyla bile çok şeyler yapılıyorken, iktidar afet bölgelerinde plansız bir şekilde enkaz kaldırarak bölgeyi tekrar rant haline getirip imara açma peşine düşmüştür.

Evet söylenecek çok şey vardır. Umarız bu ülke onca şeye rağmen yaşanılanlardan ders alır ve o korkunç günleri bir daha yaşamaz. Zira deprem öldürmez. İnsanların inşa ettiği içinde çıkar, rant ve türlü hesapların döndüğü sağlıksız ve güvensiz yapılar öldürür. Bu acıların bir daha yaşanmaması için harekete geçmenin zamanı çoktan geçti.

Belki de mesele Tanzimat yazarı Muallim Naci'nin bahsettiği; 'hafıza-i beşer nisyan ile malüldür' cümlesindeki insan hafızasının sakatlığında değil, adım atacak siyasi otorite ve kurumların insan canını ne kadar önemsediğinde yatıyor. Evet bir doğa olayı olan deprem de sınıfsaldır. Çünkü afet sonrasın da alınacak tedbir ve önlemler siyasi otoritenin kararları sonucu oluşur ve işlevsel hale gelir. Halkın canının şimdiye kadar önemsenmediğini ise yaşadıklarımız bize çok net gösteriyor.

Şair Onat Kutlar;

'Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin, Unutmamak için.

Çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz' diyor.

Depremlerde ölen insanları ve yaşanan bunca acıyı unutmamak ve unutturmamak en büyük sınıfsallıktır. Tüm bu acıları bir daha yaşamama adına yitirdiğimiz onca cana sözümüz olsun...