Gün geçmiyor ki Türkiye gündemi yeni bir skandal haberle sarsılmasın. Gün geçmiyor ki halk olarak yeni bir rezillik ve çürümeyle karşılaşmayalım. Türkiye kapitalizmi tüm Cumhuriyet tarihi boyunca görmediği boyutta yozlaşma ve çürümeyle her gün yüzleşiyor.
Güçlünün güçsüzü pervasızca ezdiği, adaletin tavizsiz güçlünün yanında olduğu, zenginin yoksulu nefes alamaz hale getirdiği bir ülke gerçeğiyle her gün yaşıyoruz.
Türkiye burjuvazisi ve egemen sınıfları pervasızca yarattıkları bu soygun, sömürü ve çürüme düzenini daha fazla sürdüremeyeceklerini biliyor fakat aynı bir futbol maçındaki gibi her an bitmesi gereken bir maçın kuralsızca uzatılması gibi hile ve baskıyla emekçi sınıflar üzerinde hükümranlıklarını devam ettiriyorlar...
Geçen sene Ağustos ayında yine bu sayfada Türkiye'de artan bireysel/toplumsal şiddet ve nedenleri üzerine durmuştuk. O yazıda toplumda artan şiddet sarmalının nedenleri ve sonuçları üzerine bazı araştırma sonuçları ve istatistiki veriler paylaşmıştık.
Bir yanda suça ve suçluya yönelik suni idam tartışmaları sürerken diğer yanda Türkiye'nin hukuk ve adalet sistemiyle beraber ekonomik ve sosyal yapısının suç oranları üzerindeki etkisinin dikkate alınması gerektiği konusu üzerinde durmuştuk.
Bilinmelidir ki toplumdaki suç oranlarını irdelerken artarak süren bireysel silahlanma ve suç ilişkisini inceleyerek bazı sonuçlara ulaşmak çok daha bilimsel bir yaklaşımdır. Çünkü yapılan uluslararası araştırmalarda göstermiştir ki suç ve şiddet ile bir ülkedeki ekonomik ve sosyal buhranın gidişatı arasında doğrusal bir korelasyon vardır.
Yani ekonomik ve sosyal yapı bozuldukça suç oranları artar. Bu durum dünyada olduğu gibi Türkiye'de de böyledir. Olaya ne açıdan bakarsanız bakın diyalektiğin temel prensipleri gereği nicel birikimlerin bazı nitel değişimlere sebep olması kaçınılmazdır.
Yoksulluk ve adaletsizlik Türkiye'de suçun kaynağı haline gelmiştir ve bugün bu durum daha fazla yozlaşma ve çürümeyle karşımıza çıkmaktadır. İçerde başlayan çürüme adeta bir insan derisinde ortaya çıkan egzema yaraları gibi Türkiye toplumunun bedeninde tezahür etmeye başlamıştır.
Özetle ifade etmek gerekirse iş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk istismarı, hayvan cinayetleri ve emek üzerinde varolan bu devasa baskı ve sömürüyle Türkiye kapitalizmi arasında doğrusal bir ilişki vardır.
Bu sömürüyü tek bir aktöre bağlamak (çoğu muhalefet unsurlarının yaptığı gibi) sadece Erdoğan'ın şahsında düşünmek, ya da sadece AKP ve Tek Adam Rejimi açısından düşünmek bizi hataya götürür. Çünkü böyle düşünmek bugün Marx'ın dediği gibi üzerinde durulması gereken, vahşi bir vampir gibi insan kanı emen bu sömürü düzeninin esas sorumlularının Türkiye zengin sınıflarının ve aç gözlü sermayenin doymak bilmez kâr hırsı olduğu gerçeğini sadece gizlemeye yarar.
Yoksa bugün zengin sınıfların kendi çıkarları dışında hiçbir düşünce ve oluşuma tahammül gösterememesinin başka bir açıklaması olamaz. Yoksa halkın bu çürümüş siyasal İslamcı rejimden yıllardır acı çekmesini, emekçi sınıfların sömürü çarkının dişlileri arasında vahşice ezilmesini, ülkede ne kadar kötülük yapılıyorsa onaylayıp halkın üzerinde tepinmeye çalışmalarını bazı kötü niyetli kişilerin gayri meşru işleri olarak görmek dışında başka bir sonuca ulaşılamayacaktır.
Ülkenin içine girdiği bu şiddet sarmalı, kriz ve çürümüşlükten bahsederken son olarak hastanelerin yenidoğan ünitelerinde “kâr hırsı” uğruna bebeklerin katledilmesi haberiyle ülke bir kez daha sarsıldı.
Açıklanan gerçekler karşısında insanın gerçekten kanı donuyor. Gözünü kâr hırsı bürümüş hastane patronları ve Mengele kılığına bürünmüş çete üyesi “doktorların” tapeleri yayınlanırken insan düşünmeden edemiyor. Böyle bir caniliği kim, nasıl yapabilir? Hangi zihniyetin ve hangi insan tipinin ürünü tüm bu yaşananlar?
Bilindiği gibi AKP 2002 yılında iktidar olduktan sonra 2003 yılında Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP) adı altında sağlık hizmetinin tamamının özelleştirilmesi sürecini başlatmıştı.
Evrensel Gazetesi'nden Nasuhbeyoğlu'nun haberine göre en son 2022 yılında Türkiye genelinde yüzde 36 olan özel hastane sayısı İstanbul'da yüzde 70'e çıkarılmıştı. İstanbul'da iki büyük ilçede (toplam nüfusu 715 bin) Güngören ve Kağıthane'de devlet hastanesi yok. Bu ilçedeki vatandaşlar tamamen özel hastanelere mahkum durumda yaşamaktadır. İstanbul'un 19 ilçesinde ise sadece birer tane devlet hastanesi var. Eski sağlık bakanı Fahrettin Koca'nın sadece İstanbul'da 9 hastanesi (Medipol) mevcuttur. 2002 yılında Türkiye genelinde 271 olan özel hastane sayısı ise son 22 yılda iki katından fazla artarak 572'ye çıktı. Sağlık ekipmanları ve diş hastanelerinden ise bahsetmeye bile gerek yok. Bu alan tamamen özel hastanelerin ve sağlıkta ticarileşmenin kıskacındadır.
Tüm bu veriler ortadayken söyleyecek pek bir şey de kalmıyor. Tüm bu yaşanan çürümüşlüğün, adına “Yenidoğan Çetesi” denilen bebek katili gözünü para hırsı bürümüş kan emicilerin peydahlanmasının zemini oluşturulmuş temeli atılmış oluyor.
Sağlıkta ticarileşme tabiki kapitalist liberalizmin bir ürünüdür fakat bu ticarileşme Türkiye'de yozlaşmış bürokratlar ve devlet mekanizmasıyla birleşince ortaya çok daha büyük bir çürüme saçılıyor. Öyle ki sürekli iktidardaki iki siyasi partinin bürokratlarının da isminin geçtiği (yakın korumalarına kadar) bu ortaya saçılan pisliklerin her geçen gün yenilerini görüyoruz.
Aynı şey eğitim sektörü içinde geçerlidir.
Tamamı bir kamusal hizmet olması gereken sağlık ve eğitim sektörü bugün özel sektörün gözünü para hırsı bürümüş canilerine emanet edilmiştir. Eğitim sektöründe anti bilimsel müfredat ve dincileşme had safhadadır. Bu iki alanda hem ticarişleme hem de tarikatlaşma beraber yürümektedir. Parası olmayan yoksul halk çocukları okumak için ya mecbur bu dinci yobazların yurtlarına gitmekte ya da okuyamamaktadır.
Özetle AKP ve siyasal islamcılar Türkiye egemen sınıfları ve patronlarla beraber ülkeyi uçuruma sürüklemiştir. Gelinen nokta tam bir felakettir. Her gün yeni bir güne uyanırken, işe, okula giderken, sokağa çıkarken halkın can güvenliğinin kalmadığı bir ülke gerçeğiyle karşı karşıyayız. Tüm bunlara rağmen halk kendi yolunu bulacak ve bu rezil çürümüş düzene karşı koymayı bilecektir. Er ya da geç kaçınılmaz olan gerçek budur...