Amerikalı yazar Martin Walker'ın 1989'da yayınlanan “Dev Uyanıyor Lenin'den Gorbaçov'a” isimli kitabında Sovyet revizyonizminin “ustası” Gorbaçov'un, artık ekonomik ve siyasi olarak durağanlaşmış ve hantallaşmış Sovyet sistemini Batı'ya uyumlu hale getirmeye çalıştığı, bir dizi sosyal reform ya da devrimle “önü açılan” Sovyetlerin Batı tarafından anlaşılması gerektiği üzerinde duruyordu.
Walker'a göre Sovyetlerin Gorbaçov'la birlikte harekete geçirmeye çalıştığı “glastnost”, “perestroyka” (esneklik/açıklık) gibi kavramlarla ayağa kaldırılması ve batı kapitalizmiyle uyumlu hale getirilmesiyle 10 yıllardır “uyuyan bir dev" Batı'nın gözünde uyandırılacaktı. Batılı kapitalist/emperyalist blok o yıllarda ellerini oğuşturmakla meşguldü çünkü karşılarında on yıllardır rekabet ettikleri Sovyet sistemi zayıflamış, dünyayı daha fazla sömürmek ve küresel pazarları ele geçirmek için ellerine sosyalist bir düşmandan kurtulmak gibi bir fırsat geçmişti.
Amerikalı yazar Martin Walker'da bu fırsatı kaçırmamış, görülmesi gerekeni herkesten önce görmüş “uyuyan devi” Batı'nın gözünde uyandırmaya çalışmıştı.
Dünyanın bir tarafında on yıllardır süren bu soğuk savaş iklimi son bulmaya yüz tutmuş, Türkiye'de ise askeri vesayet altında sivil bir cunta rejimi hakimdi. Bu cunta rejimi milliyetçi-dinci bir gericilikle beraber neoliberal bir ekonomik modeli de tüm halka dayatıyordu.
“Laissez faire” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) denilen bu ekonomik model her türlü devlet müdahalesini yok sayan bir ekonomik sistemin adıydı. Bu anlayış kabaca Adam Smiht'in 18.yy “Ulusların Zenginliği” isimli kitabındaki ekonomik görüşleri temel alıyordu.
Ancak ondan önce emperyalist batıyla sıkı ilişkiler geliştiren cunta yönetimi ve onun “sivil” ayağı olan hükümet, Margaret Thatcher'ın siyasi kişiliğinde cisimleşen “toplum diye bir şey yoktur" kavramını Türkiye toplumuna empoze etmeye çalışıyordu. Ekonomide bir yandan Thatchercılık, diğer yandan sosyal ve siyasal üst yapıdaki Amerikancı bir anlayışın taşları adım adım döşeniyordu.
Türkiye böyle bir dünya panoroması içinde 1989 yerel seçimlerine girdi. O dönem İnönü'nün liderliğindeki SHP seçim kampanyasını ”Dev Uyanıyor” olarak belirlemişti. İşte CHP'nin (o dönem SHP) seçim kampanya sloganı Martin Walker'a nazire yaparcasına manidar bir gerçeği ironik bir dille ifade ediyordu. Anlamlı bir slogan seçilmişti. Nasıl olsa Sovyetlerde bürokrasiye boğulmuş, hantallaşmış ve çözülmeye yüz tutmuş bir devlet sistemi vardı. Burada ise askeri darbelerle ve siyasal çalkantılarla geçen son 40-45 yılda yıpranmış bir devlet partisi kendini 12 Eylül siyasal rejiminin gölgesinden çıkarmaya çalışıyordu.
Erdal İnönü'nün yönetimindeki Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), 1989'daki yerel seçimleri dünyada neoliberal rüzgarların estiği, Türkiye'de ise bunun sancılarının yaşandığı bir süreçte kazanmış fakat bunu istikrarlı bir şekilde değerlendirememiş ve nihayetinde sonraki yerel seçimlerde sandıktan dördüncü parti olarak çıkmıştı. Bugün ülkemizdeki tek adam rejiminin nüveleri o dönemde atılmış, sosyal demokrat siyasetin belediyelerin içini boşaltan yanlış yerel yönetim pratikleri yüzünden “milli görüş” geleneğinden gelen Recep Tayyip Erdoğan, Necmettin Erbakan'ın Refah Partisi adayı olarak İstanbul'un belediye başkanı seçilmişti.
Bundan sonraki süreç zaten herkesin malumudur. İktidardaki güç dengeleri içerisinde “milli görüş” geleneğinin ağırlık kazandığı bir süreç olarak gelişen Türkiye siyaseti, sosyal demokratlar tarafından yönetilen belediyelerdeki yolsuzluk skandalları (İSKİ skandalı, belediyelerdeki rüşvet çarkı)ve başarısızlık yüzünden halk nezdindeki itibarlarını da yitirmelerine sebep olmuştu. Devamındaki süreç belediyelerin rantçı ve yağmacı politikalara kurban edilmesi, kamuculuğun tasfiyesi, özelleştirmelerin bir nimetmiş gibi lanse edilerek yaygınlaştırılması sonucu belediyelerinde bir arpalığa dönüştürülmesi sürecidir.
31 Mart 2024 yerel seçimlerine bir de bu açıdan bakmakta fayda vardır. Çünkü Türkiye'de sandıkta ki iktidar değişiminin işaretleri yerel seçimlerde çoğu defa görülmüştür. 1989'daki yerel seçimler bu açıdan iyi bir örnektir. Dönemin koşullarına baktığımızda, CHP 12 Eylül askeri darbesi sonrası kapatılmış yerine 1985 yılında başını Aydın Güven Gürkan, Erdal İnönü ve Murat Karayalçın'ın çektiği Sosyal Demokrat Halkçı Parti kurulmuştu. CHP'nin altı oku bu sefer zeytin dalları arasında görünür olmuştu. İşte o günlerden bugüne 35 yıl aradan sonra ilk kez 31 Mart yerel seçimlerinde, aynı 1989'daki gibi Türkiye haritası tekrar kırmızıya boyanacaktı.
Oyların yaklaşık %39'unu alan CHP zafer kazanarak tam 35 ilin belediyesini kazandı. Burada sorulması gereken soru halk tekrar yüzünü sola mı döndü sorusudur? Şu bir gerçek ki halk yoksullaştırma ve sömürü politikalarına karşı bir tavır koymuş ve yüzünü bu anlamda sola çevirmiştir. Evet bu boyutuyla düşünüldüğünde bir nevi 1989'a benzer bir süreç yaşanmaktadır. Çünkü geçmişe bakıldığında 12 Eylül darbesinden önce alınan 24 Ocak ekonomik kararlarıyla Türkiye yeni bir ekonomik cendereye sokulmuş, darbe sonrası koşullarda Turgut Özal ve onun Anavatan partisi öncülüğünde yeni bir liberalizasyon ve özelleştirmeci furya başlamıştı. Bu yoksullaşma politikalarından nasibini alan geniş halk kesimleri ise bir tepki olarak SHP'yi yerel yönetimlerde birinci parti olarak sandıktan çıkarmıştı. Bu açıdan 1989'a benzer bir süreç yaşanıyor diyebiliriz.
Peki ülkenin kurucu partisi olan CHP (dev) tekrar uyanıyor mu? Bunu önümüzdeki dönem siyasi gelişmeleri belirleyecek ama şunu söylemek gerekir ki AKP'nin sıcak para barutu tükenmiş vaziyette ve görünen o ki mevcut ekonomik vaziyette işleri çok zor. Benimsedikleri “yüksek faiz, yüksek kur, yüksek enflasyon” politikası halkın iyice yoksullaşmasını beraberinde getirdi ve Türkiye toplumunun büyük bir bölümünü oluşturan maaşlı kesimin (asgari ücretli ve emekliler) reel alım gücünü eritti.
Türk lirasındaki değer kaybını ise Erdoğan durduramıyor. Bu gerçeği yerel seçimden birkaç gün önce yaptığı açıklamada ”biz ne kadar zam yaparsak yapalım, enflasyon yutuyor” diyerek itiraf etmişti. AKP, Erdoğan'ın kişisel karizması şahsında palazlanan 22 yıllık iktidarında ülkeyi uçurumun eşiğine kadar getirdi. Aynı 2019 yerel seçimlerinde olduğu gibi halk kırmızı kart kozunu bu sefer bir üst perdeden gösterdi. Erdoğan önümüzdeki 5 yıl boyunca ülkeyi bu şekilde yönetmeye devam ederse görünen o ki ellerindeki mevcut iktidarlarını da yitirecekler.
Burada önemli konulardan biri CHP ve düzen içi muhalefet güçlerinin ne kadar halkçı ve kamucu bir çizgi izleyeceği. Eğer doğru bir siyasal hat tutturulup kamusal hizmetlerin ve sosyal yardımların adil ve eşit bir şekilde paylaşımı temel bir politika olarak benimsenirse -düzeniçi de olsa- muhalefet güçlerinin olumlu bir sonuç elde etmesi kaçınılmaz olacaktır. Burada devrimcilerin/sosyalistlerin böyle bir süreç karşısında nasıl bir tutum takınacağı meselesi de ayrıca önemlidir. Sosyalistlerin az sayıda da olsa yerel seçimlerde kazanılan belde, ilçe, mahalle gibi yerellerde meclisleşme, halkın kendi öz yönetim deneyimlerini oluşturma gibi konulardaki pratiklerini geliştirmeleri gerekiyor.
Çünkü sosyalist bir yerel yönetim anlayışı bugünün düzen güçlerinin çok ötesinde halkçı bir anlayışa tekabül etmekte, doğrudan halkın yönetime katılacağı yeni deneyimlerin de görünür yüzü olmaktadır. Bu konuda hem CHP gibi sosyal demokrat kimlikli partilere dışarıdan siyasal basınç alanı oluşturmak hem de doğrudan demokrasi ve halkın kendi kendini yönetme dinamiklerini açık etmek anlamında sosyalistlere büyük görevler düşmektedir. Bugün belediyelerin iktidar partisi tarafından içinin boşaltıldığı ve arpalık olarak kullanılıp milyarlarca lira borca sokulduğu ortadayken halkçı, kamucu belediyeciliğin siyasal iklimi bütünüyle değiştirebileceğini unutmamak gerekir. Tüm bunlar dikkate alındığında evet bu açıdan gerçek devin (halkın) uyanma vakti geldi de geçiyor...