İnsanca yaşam talebiyle daha fazla sömürme hırsını uzlaştırmak mümkün müdür? Demokrasi ve özgürlük talebiyle baskı ve zorbalığı uzlaştırmak mümkün mü peki?

Diyalektiğe göre bu çelişkilerin düğümü ancak birinin diğerini alt etmesiyle çözülür.

Toplumdaki ve doğadaki çelişkiler her zaman kendilerini tez/antitez/sentez biçiminde var etmezler. Belirli ve temel çelişki niteliğindeki çelişkiler antagonist (uzlaşmaz) çelişkilerdir ve taban tabana zıt karakterlidir. Mesela işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişki böyle bir çelişkidir.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal niteliği yine uzlaşmaz bir çelişkidir. Antagonist olmayan (uzlaşabilir) çelişkiler ise daha çok bir "sentez" biçiminde ortaya çıkarlar ve temel çelişkilerin dışında tali ya da ikincil çelişkileri ifade ederler.

Mesela halk içindeki çelişkiler ya da sol içindeki çelişkiler buna benzer çelişkilerdir. Yine örneğin modern burjuva sınıfları içindeki çelişkiler (büyük, orta ve küçük burjuvazi) ya da emekçi sınıflar içindeki çelişkiler tali çelişkilerdir. Toplumsal bilimlerde diyalektiğin bu temel özelliğini gözardı ederek bir ülkenin sosyo-ekonomik durumunu, sınıfların konumlanışını ve o ülkedeki siyasi pozisyonu bilimsel olarak değerlendirmek olanaksızdır.

İşte toplumsal diyalektiğin bu en temel kuralını baz alırsak insanca yaşam talebiyle daha fazla sömürme hırsını uzlaştırmak mümkün olmamaktadır.

Türkiye özellikle 1970'li yıllar itibariyle içine girdiği ekonomik kriz girdabında debelenmektedir. Yoksulluk, işsizlik ve yaşanılan derin sefalet adeta ülkenin kaderi olmuştur.

Peki neden bizim gibi ülkelerde sürekli ve kronik hale gelmiş ekonomik krizler yaşanmaktadır?

Çünkü bizim gibi ülkelerde (Arjantin, Brezilya, Şili vb) ekonomik yapı kendine özgü ve bağımsız değildir. Dış girdilere ve tümüyle dışa bağımlı ekonomik yapı, ödemeler dengesinde sürekli sorun yaşamakta ve bütçe açığı vermektedir. Genellikle ara mal üretimi ve ihracata dayalı bu ekonomiler, oluşan bütçe açığını kapatmak için dış borçlanma yoluna gitmekte bu da dövize olan ihtiyacı arttırarak enflasyonist bir ekonomik yapıya sebep olmaktadır. Bu durum işsizlik ve yoksulluğu her geçen gün daha da arttırmaktadır.

Ülkede yüksek üretim kapasitesi, mali disiplin ve planlı bir ekonomik yapı da olmayınca yerli para birimi döviz karşısında değer kaybetmeye devam etmekte ve enflasyon çok yüksek boyutlarda seyretmektedir. Bu durum ise stagflasyona (yüksek fiyatlar ve ekonomide durgunluk) sebep olmakta, fiyatlar genel düzeyi yükselerek alım gücünü düşürmektedir.

Türkiye bu başlıca nedenlerden ötürü yıllardır içinde olduğu  ekonomik girdaptan bir türlü çıkamamaktadır.

Ülke yarım asrı aşkındır kısa vadeli ekonomik büyüme ve tüketime dayalı bir canlılık yaşasa da temel olarak bu ekonomik sorunları hâlâ aşamıyor. "Alın verin ekonomiye can verin"ler artık yetmiyor. Çünkü Türkiye'nin ekonomik sorunlarının kökeni çok daha derinlerde yatıyor.

Kısaca ifade etmek gerekirse böyle bir tabloda Türkiye yönetici sınıflarının ve onların emrindeki siyasi iktidarların olumsuz siyasal tercihlerinin de etkisi olmuştur. Tabii bir ülkenin yönetilmesinde o ülke iktidarlarının alacağı siyasi kararları etkileyen en önemli faktörün o ülkedeki tek tek sınıfların sınıf çıkarları ve sınıf mücadelesi içindeki konumlanışı olduğunu bir an olsun gözardı etmemek gerekir. Bilinmelidir ki sermayenin ve patronların tek kutsalı vardır, o da kârlarıdır.

Türkiye 70'li ve 80'li yıllardan itibaren neoliberal (özellestirmeci ve serbest piyasacı) ekonomi politikalarının hakim olduğu ve tüm kamusal hizmetlerin piyasa koşullarına göre belirlendiği bir süreç yaşıyor. Eğitimden sağlığa, ulaşım ve enerji hizmetlerinden evimizdeki faturalara kadar tüm kamusal hizmetler özelleştirme politikalarıyla piyasanın ve özel şirketlerin insafına bırakılıyor.

Türk Telekom, Tüpraş, Petkim gibi önemli sanayi kuruluşları satılırken Türkiye ekonomisi bir şemsiye bile üretemeyecek konuma getirilmiştir. 2000'li yıllar itibariyle inşaat, tekstil, turizm ve demir çelik sektöründe ihracata dayalı büyümeyi esas alan ekonomik model fason imalat (yan ürün) sanayisiyle ayakta kalmaya çalışıyor.

Tabii ağır sanayi olmadan ne kadar ayakta kalabilirse...

Kendi öz kaynaklarıyla ve coğrafi konumu itibarıyla rahatça kendine yetecek bir ülke olan Türkiye, topraklarını ve doğasını alabildiğine yabancı sermayeye açarak hem ucuz işgücü cenneti olmakta hem de doğası yabancı şirketler tarafından yağmalanmaktadır. (Kaz dağları, İkizdere, Akbelen Ormanı vs.)*

Bu sayede yabancı sermaye önündeki her türlü engel tek adam yönetimince kaldırılmaktadır.

Türkiye'de tek adam yönetimine geçişle birlikte işçilerin ortak talep ve kararlarıyla belirlenmesi gereken asgari ücret ise artık bir kişinin ağzından (Erdoğan) çıkacak söze bakılarak belirlenmektedir. Bugün öyle ki asgari ücret için toplanan "asgari ücret tespit komisyonu" bile -daha da işlevsizleşerek- göstermelik olmaktan öteye gidememiştir.

Aralık ayında dört kez toplanan işçi, işveren ve iktidar temsilcilerinin katıldığı komisyon, yoksulluk sınırının 45 bin liralara, açlık sınırının ise 15 bin liralara çıktığı günümüz koşullarında emekçilerin taleplerinin gerçekçi olarak tartışılmadığı, adeta bir "kayyum komisyon" olmuştur.

Buradan işçilerin ve tüm emekçilerin taleplerinin karşılanacağı bir insanca yaşam ücreti kararının çıkmasını beklemek hamhayaldir. Böylece zaten dışa bağımlı bir yapıya sahip Türkiye ekonomisi Erdoğan'lı yıllar itibariyle yoksulluğun ve eşitsizliğin tavan yaptığı bir sisteme dönüşmüştür.

Bu açıdan bakıldığında 2000'li yıllar itibariyle AKP ve Erdoğan iktidarının "eşitlik" ilkesine uygun yaptığı tek şey tüm çalışanları "yoksullukta eşitlemiş" olmasıdır.

Asgari ücretin tartışıldığı ve ekonomik krizin en yakıcı haliyle hissedildiği şu günlerde biz işçi ve emekçilere düşen, iktidarın ve patronların çizdiği sınırlar dışında, dayatılan yoksulluk ve sefaletin nasıl bir mücadeleyle üstesinden gelebileceğimiz fikri olmalıdır.

Bugün artık  milyonlarca emekçinin kaderinin tek bir kişinin ağzından çıkacak bir iki kelimeye bırakan bu korkunç sefalet düzeninin göstermelik "kayyum komisyonlara" bırakılmadığı, patron ve işçilerin "iyi niyetli" yaklaşım ve çabalarının açlık sınırında bir ücretle geçiştirilemediği bir ekonomik düzeni yaratmak zorunludur. Çünkü işçi sınıfının ölümsüz önderi Lenin'in, Karl Marx için yazdığı şu tarihsel satırların önemini ancak böyle kavrayabiliriz:

"Onlar, insanlığı, onu halen ezmekte olan kötülüklerden kurtaracak olanın, yüce duygulu bireylerin iyi niyetli girişimleri değil de, örgütlenmiş proletaryanın sınıf savaşımı olduğunu gösterdiler"

Şimdilerde buna 6306 sayılı yasadaki değişiklikler ile "rezerv alan yasası" eklenmiştir. Bir yandan doğa talan edilirken bir yandan kentsel dönüşüm adı altında her yer rant alanına çevrilmek istenmektedir. Bu yasadaki değişiklikler ile AKP iktidarı kendisine ayak bağı olan tüm bürokratik engelleri işlevsiz hale getirmek istiyor.

*Tarım ve Orman Bakanlığı 28 Kasım 2020 tarihinde Akbelen Ormanı'nı linyit madeni açılması için 28 Aralık 2021'e kadar YK Enerjiye tahsis etti. İkizköylüler ve yaşam savunucuları açtıkları davalar ve Akbelen Ormanı'nda tuttuğu nöbet ile yıkımın önüne geçmeye çalıştı.