17.yüzyılda yaşamış Alman matematikçi ve filozof G.Wilheim Leibniz, "dil aklın aynasıdır" diyor.

Yani nasıl konuşursanız öyle düşünürsünüz ya da nasıl düşünürseniz öyle konuşursunuz da denilebilir. Gerçekten tarih boyunca insanın düşünceleri ile kullandığı dil arasında böyle bir etkileşim ya da nedensellik ilişkisi var mıdır?

Ya da dil ile düşünce arasında mutlak bir zorunluluk (varoluşsal) ilişkisi var mıdır?

Bazı istisnalar hariç evet genelde böyle bir ilişki söz konusudur. Çünkü dil düşünceden bağımsız olsa da düşünce dil ile varolur, anlam kazanır ve kurumsallaşır.

İnsanın tarih boyunca eylemlerinin ve devrimci dönüşümlerin tümü halk kitleleri nezdinde anlaşılır olmayı ve halkın farkındalığının ve uyanışının dilin uygun kullanımı sonucu olduğunu anlamamızı gerektiriyor.

Sol/sosyalist düşünce ise bu devrimci dönüşümleri kendi bünyesinde barındıran ve halka uygun bir şekilde tercüme eden bir düşünce sistematiğini temsil ettiği için kullanılan dilin oldukça sade ve anlaşılır olması büyük önem arz ediyor.

Bu konuda çeşitli sosyalist kitap, dergi, gazete ve yayınları incelediğimizde durumun hiçte iç açıcı bir sadelikte olmadığı hemen görülmektedir.

Solda uzunca bir süredir -en azından bazı kesimlerde- her dönem ya da her yenilgi sonrası fikri bir yenilenme süreci başlatılır. Bu yenilenme süreci, somut hataların ya da yanlış tespitlerin görülüp tekrar aynı hatalara düşülmemesi için akılcı ve işlevseldir fakat her ne hikmetse aynı hatalar değişik şekillerde tekrarlanır ve sosyalistler halkı anlama ve hayatı anlamlandırma konusunda ideolojik bir takım fikri kafa karışıklıkları yaşar hale gelir.

Çeşitli çaba ve olumlulukları içinde barındırsa da solun/sosyalistlerin halkı anlama ve anlamlandırma retoriğinde ise sorunlar her zaman var olmuştur. Mesela her seçim öncesi AKP ve Tek Adam Rejiminin bittiği, artık bir geleceğinin olmadığı ve halk kitleleri nezdinde artık bir seçenek olmadığı konusunda yüzlerce şey yazıldı çizildi fakat görüldü ki halkın yüzde 50'ye yakın kısmı hâlâ AKP'den vazgeçmiyor.

Burada tabi AKP rejiminin çeşitli hileleri ve devlet gücünü kullanarak iktidara tutunduğu gerçeğini gözardı etmiyoruz fakat genel hatlarıyla seçim öncesi solda bu iktidarın gideceği yönünde bir görüş hakimdi diyebiliriz. Bir yanda solda, halkta ki küçük bir kıpırdanmayı devrime yoran bir iyimserlik söz konusuyken diğer yanda halk muhalefetinde gelişen herhangi bir hareketlenmeyi de küçümseyen ve "bu halktan bir şey olmaz" diyen bir sığlıkta söz konusudur.

Solun yazın dilinin, halkla kurduğu bağın güçlü olması için oldukça sade ve anlaşılır olması gerektiğini söylemiştik. Bu konuda üretilen teorik yazının içeriğine baktığımızda oldukça akademik ve soyut kaldığını görmekteyiz.

Gerçi sosyalist yazın dili tarih boyunca akademik düzeyde anlam kazanmış ve bilimsel hale gelmiştir fakat sol yazın dili tarih boyunca sadece akademik ve teorik düzeyde kalmış olsaydı bugün entelektüel gevezeliğin ötesine geçemezdi. Fakat öyle midir? Tüm 19 ve 20.yüzyıl boyunca insanlık tarihine damga vurmuş kuramsal bir ideoloji olan Marksizm'den bahsediyoruz.

Marx'ın kendisinin de dediği; "tarih boyunca filozofların yaptığı gibi sadece dünyayı yorumlamak değil esas olan dünyayı değiştirmek" olduğuna göre üretilen teorik dilin halka nasıl anlatıldığı çok önemli bir meseledir. Burada bazı örnekler vermekte fayda var.

Örneğin; BirGün gazetesinde yayınlanan Yasin Durak imzalı  "Kültürel Bilinç" adlı yazıda şu ifadeler kullanılıyor:

"Bir anlamlandırma sistemi -ve fakat maddi bir anlamlandırma sistemi- olarak “kültür” kavrayışı, çeşitli bilinçlilik hallerinin tarihsel tikelliklerinin yarattığı farklılıkları açıklamak hususunda oldukça kabiliyetli olmakla birlikte, kuşkusuz yapısal temayüllerin müşterek kıldığı tarihsel ibrenin yönünü görmezden gelmek yanılgısına düşmeyi gerektirmez. O da bunun farkındadır ve bu anlamlandırma sistemini “etkin pratiklere” ve “bilinçlilik durumlarına” münhasır olarak “iktisadi sistemden, siyasal sistemden” ve hatta “üreme sisteminden” bağışık şekilde düşünmez.

İşte bu yüzden “altyapı-üstyapı” soyutlamasını da kategorik olarak değil, ilişkisel olarak açıklayarak yaratıcı insan faaliyetinin tarihsel kudretine verdiği bu kıymeti tutarlı bir teorik bağlama oturtur" Yazar bu yazısında "kültür" kavramının sağ siyasette popülizme meze olduğunu açıklamaya çalışırken aynı anlayışın solun yaklaşımında ise "elitizme" bulanmasından bahsediyor.

Özellikle seçim sonrasında AKP'ye oy veren alt sınıfların sol tarafından "kültürsüzlükle" itham edildiğinden dem vuruyor. Sonrasında "aristokrasiden miras kalan bir seçkincilik sol kültür analizlerine sirayet etmiştir deyip velevki, sosyalistin işi homurdanmak değil, biraz teoriden zarar gelmez" diyor.

Yazının bütününe baktığımızda yer yer anlaşılır cümleler kurulmuş olsa da yazının tam olarak neyi anlatmak istediğini anlayamıyoruz. Üstelik yazıda solda bir "seçkincilik" ya da "elitizm" kavramından bahsedilirken kullanım dili ve anlam bakımından ironik bir şekilde aynı hataya düşülüyor. Eğer solun kültürel elitizm sorunu varsa bunu açıklarken kullanılan dil neden anlaşılması zor olan "seçkin" bir dil bunu anlayamıyoruz.

Genelde bu tarz "akademik öğeler" barındıran makaleler son dönemde Türkiye'deki ekonomik krizin tarifi konusunda da çok kullanışlı hale geldi.

Siyasal değerlendirmeler bir yana ekonomik krize dair de birçok internet sitesinde de benzer makaleler yayınlanmaktadır.

Örneğin, Duvar Gazetesi'nde Ümit Akçay, "Hayat Pahalılığı Krizi" başlıklı yazısında şu ifadeleri kullanıyor:

"....Krizinin içerideki en görünür nedeni 2021’deki para politikası deneyidir. Yüksek negatif faiz politikasının doğrudan sonucu TL’den kaçış ve birbirini takip eden döviz şokları oldu....Türkiye’deki hayat pahalılığı krizi, önceki birikim modelinin tıkanmasına karşı geliştirilen arayışların bir sonucu olarak yaşanmaktadır. Bu bağlamda, birikim/büyüme modeli krizinin görünümlerinden biridir..."

Burada 2021'deki para politikası deneyinden bahsediliyor. Para politikası deneyi mi bahsedilen yoksa deneyimi mi?  Deneyse kim nasıl bir deney yapmıştır net değildir. Ekonomide para politikası deneyimi yaşandıysa yeni bir şey mi deneyimliyor egemen sınıflar? Yüksek negatif faiz politikası mesela nedir? Bunun doğrudan sonucu neden TL'nin değersizleşmesi oluyor? Bunlar hangi yönetici sınıflar tarafından hangi sınıfsal reflekslerle yapılıyor?  Birikim/büyüme modeli krizi kavramıyla ne anlatılmak isteniyor? Türkiye'de mevcut sermaye birikim modeli yerini farklı bir birikim modeline mi bıraktı? Eğer böyleyse Türkiye'de ne gibi sınıfsal farklılaşmalar oldu? Böyle onlarca soru akla gelebilir. Tüm bunlar yazıda havada kalan sorulardır.

Yine Sol Haber sitesinde Oğuz Noyan imzalı "Sıkılaştırma Kimin İçin" başlıklı yazıda ise,  "....Saray ve seçim baskısıyla hibrit/melez politikalar uygulaması beklenen kadrolar, ağırlığı ortodoks politikalara vermekte gecikmediler..."

Hibrit/melez, Ortodoks politikalar...?!

Kuşkusuz burada amaç yazarları ortaya koydukları bu "fikir zenginliğinden" dolayı yermek değil fakat kullanılan dilin çok akademik ve teorik düzeyde kaldığı ve halkın anlamasını geçtik, bunları okuyan çok az sayıda entelektüelin bile durumdan ne gibi bir vazife çıkaracağı gerçeğidir.

Aristo "Dil düşüncenin elbisesidir" diyor. Bu açıdan solun/sosyalistlerin halka nasıl görüneceği, halkla beraber nasıl bir dil ve yaşamda ortaklaşacağı sorusu hayati önemde bir sorudur.

Şunu da söylemeden geçmeyelim; soldaki bu yazın dili batıdaki postmodern akımların bir devamı olan, postmarksist ya da "yapısalcı" olarak adlandırılan yaklaşımların bir tezahürüdür . Marksizmin daha çok akademik düzeyde yorumlanması ve teorik düzeyde revize edilmesini esas alan bu yaklaşımlar ayrıca Marksizmin "ince" ve "ustaca" bir tahrifini de içerir. Marksizm ise dünyada üç beş entelektüelin gevezelik yapacağı bir düşünce sistemi hiç değildir.

Tarihte Lenin ve Bolşevikler soldaki bu seçkinci dil ve tavrı, giderek işçi sınıfı içinde bir "işçi aristokrasisi" yarattığı ve sosyalizm için tehlike çanlarının çalmaya başladığını görerek mahkum ettiler. Çünkü Lenin, işçi sınıfı ile diğer modern burjuva sınıflar arasındaki ayrım çizgisinin sanıldığının aksine çok kalın olmadığını söyler. Ki tarihte Marcuse ve Horkheimer gibi Frankfurt okulu yazarlarının CIA'nın bir dönem "düşünce şefliğini" yaptığını da gözardı etmeyelim.

Solun gerçekten toplumsal ve sahici bir seçenek olmasını istiyorsak, kurgulanan dilin öncelikle halk tarafından anlaşılır bir dil olması olmazsa olmazımız olmalıdır.

O yüzden sol/sosyalist münevver ve müştereklerimizin bu soyut ve kuramsal  dilden bir an önce vazgeçip -günlük ya da haftalık çıkan dergi, gazete ve yayınlarda hiç değilse- halkın anlayacağı somut ve sade bir dile geçiş yapması elzem bir meseledir.

Not:

Bu arada söylemeden geçmeyelim. Evrim Ağacı platformunun kurucusu ve yazarı Dr. Çağrı Mert Bakırcı YouTube'da izlediğim bir videosunda Celal Şengörle Carl Sagan hakkında konuşurken, bilimin teorik düzeyde kalmaması gerektiğini ve halka indirgenerek anlatılmasının daha doğru olacağını söylemişti.

"Bilimi halka sevdirmenin ön koşulu, halkın anlayacağı bir sadelikte anlatılmasıdır" diyordu orada. Kendisinin Evrim Ağacı YouTube kanalında yayınladığı bilimsel videoların hepsi gerçekten çok sade, anlaşılır ve çok zihin açıcı. Kendisini bu konuda gerçekten kutlamak lazım.