Öncelikle girişte belirtelim; Türkiye'de askeri darbeler konusu retorik olarak çok geniş ve derinlemesine bir incelemenin konusudur.

Biz burada temel meselelerin geniş bir açıdan anlaşılmasını ve siyasi tarihimizin neden askeri darbeler tarihi olduğunu kısaca açıklamaya çalışacağız.

Türkiye siyasi tarihinde askeri darbeler sonucu sıkıyönetim koşullarıyla oluşan "sivil" yönetimler yüz yıllık Cumhuriyet tarihinin neredeyse dörtte üçüne tekabül etmektedir.

1950'lerden itibaren çok partili yaşama geçiş itibariyle Türkiye'de her on yılda bir askeri darbe olmuş, nisbi anlamda da olsa var olan "parlamenter demokrasi" sekteye uğramıştır. Türkiye 12 Eylül 1980 darbesinden günümüze kadar fiili bir olağanüstü hâl ve vesayet rejimi altında yönetilmektedir. Peki ülkemiz neden askeri yönetimlere ve onların antidemokratik "sivil" yöneticilerinin vesayet rejimine mecbur bırakılmıştır esas mesele buradadır.

Her ülkede askeri darbelerin oluş süreçlerine baktığımızda bunların hem iç hem de dış sebepleri olduğunu görürüz. Türkiye gibi siyasi ve ekonomik olarak daha çok dışa bağımlı ülkelerde ise dış sebepler konjoktürel olarak daha ağır basar. O yüzden dünyadaki gelişmelere jeopolitik açıdan bakmak ülkemizde ki gelişmeleri anlamakta yardımcı olacaktır.

SOĞUK SAVAŞ

2. Dünya Savaşı'ndan sonra dünya iki kutuplu bir evreye geçmiş, bir tarafta ABD, diğer tarafta ise SSCB arasında gelişen "soğuk savaş" süreci nedeniyle iki ülkenin birbirleriyle olan rekabet ve nüfuz alanları mücadelesine sahne olmuştur.

2. Dünya savaşı sonrası yıllarda Türkiye ve Yunanistan'ın da içinde bulunduğu az gelişmiş ülkelere ve Avrupa'ya bir dizi ekonomik ve askeri yardımlarda bulundu. 1947'de Amerikan Kongresi'nde alınan bir kararla bu ülkelere Marshall Yardımları adı altında sermaye ihraçları yapılmıştır. Ayrıca 1957 yılında Başkan Eisenhower'ın ABD senatosuna kabul ettirdiği, daha sonra ismi literatüre, "Eisenhower Doktrini" olarak geçecek bir dizi askeri ve ekonomik yardım kararları alınmıştır. Burada amaçlanan Ortadoğu'da Sovyet Sosyalizmi'nin nüfus alanlarını yok ederek bu ülke yönetimlerinin ABD çıkarları doğrultusunda dizayn edilmesidir...

Tabi ki ABD bu yardımları yaparken kimsenin kara kaşına kara gözüne yapmıyordu. Truman Doktrini denilen bir dizi plan çerçevesinde "Sovyet tehdidine" karşı toplam 16 ülkeye ekonomik ve askeri yardım yapılmıştır.

-Bu çerçevede Yunanistan'a 300, Türkiye'ye 100 milyon dolar yardım verilmiştir-

Amerika, Sovyetlere karşı ekonomik ve siyasi nüfuz alanlarını genişletirken Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerdeki iktidarları da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. Türkiye 1950'lerde ki Menderes iktidarı döneminden itibaren ABD'yle girdiği ikili ilişkiler nedeniyle -askeri ve ticari anlaşmalar, NATO'ya üyelik vs.- siyasi ve ekonomik olarak Amerika'nın etki alanı dışına çıkamamıştır. Amerika bizim gibi ülkelerde aynı zamanda antikomünist ve anti sovyetik bir çizgiyi de her zaman geliştirmiş ve desteklemiştir.

Bu amaçla CIA ve devlet Özel Harp Dairesi ve JİTEM gibi gizli kontrgerilla örgütlenmeleri kurdurulmuştur. Bu tür örgütlenmeler bizim gibi ülkelerde gelişebilecek muhalefet hareketlerine karşı gayri nizami harp -özel savaş, gerilla taktikleri, suikastler ve bombalamalar- yöntemlerini kullanır.

Amerikan emperyalizmi bu yöntemleri kuşkusuz tüm nüfuz ettiği coğrafyalarda uygulamaktadır. Latin Amerika'dan, Mısır'a, Vietnam'dan Ortadoğu ülkelerine kadar her ülkede kendi çıkarları doğrultusunda geliştirdiği paramiliter örgütlenmeleri sivil ya da cunta yönetimleri desteklemek adına kullanmıştır. Askeri darbelerin zemini böyle geliştirilmiş, halkın içinde düzene karşı olan tepkilerin pasifize edilmesi öncelikle amaçlanmıştır. Kuşkusuz dünyanın birçok ülkesinde iç karışıklıklar ve siyasi bunalımlar yaşanmaktadır. Fakat bu bunalımlar o ülkenin iç dinamik ve çelişkilerinin yanısıra dış unsurlarında (emperyalizm) tetiklemesiyle o ülke yönetimlerinin "komplo yöntemlerle" devrilmesine yol açmakta ve askeri darbelere sebep olmaktadır. Türkiye'ye de bu gerçekler ışığında bakmak doğru olacaktır. Şimdi bu açıdan ülkemizde ki askeri darbelere bir bakmakta fayda vardır.

TÜRKİYE'DE ASKERİ DARBELER: 27 MAYIS

27 Mayıs 1960 Darbesi'nin görece farklılığı ve sol görünümlü bir darbe olması, emperyalizm gerçekliğinden ve o ülkenin egemen sınıflarının ve düzen dinamiklerinin dışında düşünmemizi gerektirmez.

Zira sol görünümlü cuntalar sağa, sağ görünümlü cuntalar sola kayma potansiyeli taşımıştır. Buna son tahlilde ordu içindeki güç dengeleri karar vermiştir. -TSK içinde şu ya da bu ideolojik anlayışta birden fazla odak ve yapılanma olduğu geçmişten beri aşikardı-

27 Mayıs Darbesi Menderes hükümetinin yarattığı ekonomik ve siyasi buhranın ve uygulanan baskı rejiminin sonucunda orta kademeli subayların emir komuta zinciri dışında hareket ederek yönetime el koymasıdır. O yıllarda Amerika'nın Türk silahlı kuvvetleri içerisinde etkinliği yok denecek kadar azdı, ordu içerisinde sol-Kemalist, "Baasçı" (devletçi, kamucu) subaylar ağırlıktaydı. O yıllarda ordu görece ve daha çok bağımsız bir yapıya sahipti diyebiliriz...

12 MART 1971 VE 12 EYLÜL 1980

TSK'nın bu görece bağımsız yapısı daha sonraları iç ve dış odakların etkisiyle bozulmuştur. Bunda 12 Mart 1971 faşist cuntasının büyük etkisi vardır.

Şunu ifade edelim; Amerika sivil ya da askeri yönetim olsun kendi çıkarları doğrultusunda bu odaklardan birini ya da diğerini destekleyebilir. Bu yüzden 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri cuntalarını "bizim çocuklar" diyerek desteklemiş, 15 Temmuz darbe girişimini ise kınamışlardır. Darbe girişimi başarılı olmuş olsaydı, Gülen'e darbecilere övgüler yağdıranlarda yine kendileri olacaktı. Darbenin sorumlusu Fettullah Gülen ise 'her ne hikmetse' Erdoğan'ın sıkı müttefiki ABD tarafından hâlâ özel villalarında ağırlanmaktadır. Papazı vermişlerdir ama papazı alamamışlardır!

12 MART 1971 MUHTIRASI

12 Mart 1971 darbesi ülkemizin ABD rotasına girmesinde çok büyük role sahiptir. O yıllarda görece de olsa 1961 Anayasanın yarattığı kısmı demokratik ortam, artan öğrenci ve işçi hareketleri, sendikal mücadele ve hak alma mücadelelerini beraberinde getirmiş, halkın içerisinde anti emperyalist fikirlerin yayılmasını sağlamıştır. Darbe sonucu ordu içerisinde var olan yurtsever, sol-kemalist subaylar tasfiye edilmiş, 1961 Anayasası haklar bakımından daraltılmış ve Deniz Gezmişler idam edilerek sola karşı büyük bir "balyoz harekâtına" girişilmiştir. O yıllarda Demirel'in "bu anayasa bize bol gelmektedir" "yürüsünler ne olacak, yollar yürümekle aşınmaz" sözleri meşhurdur.

12 Mart 1971 Muhtırası öncesinde ordu içinde ciddi görüş ayrılıkları ve mücadele vardır. 9 Mart 1971 (devrim günü) Cuntası olarak bilinen cunta (sol kemalist ve İttihatçı subaylar), ordudaki güç dengesi içinde ezilmiş ve yok edilmiştir. Bu durumu Dnz. Bnb. Erol Bilbilik şöyle ifade etmiştir:

"Tepede iki grup vardı. Birinci grup; Tağmaç, Sunay ve Eyicioğlu, yüzde yüz ABD emperyalizmine bağlıydı. İkinci grupta Muhsin Batur ve Faruk Gürler. Onlar biraz daha ılımlıydılar. Güç dengesi ABD emperyalizmine bağlı gruba geçince Gürler ve Batur ezilip yok edilmekten korktular. İkili oynadılar ve sonunda bizim hareketi çökerttiler."¹

Dnz. Bnb. Erol Bilbilik o dönem TSK içerisinde 9 Mart Darbe teşebbüsünün bastırılmasında CIA ve Mossad yöntemlerinin kullanıldığını söylemektedir. Hatta cuntanın lider kadrosu içerisinde yer alan Korgeneral Atıf Erçıkan-Erci Bey Dz.Binbası Erol Bilbilik'e göre CIA ajanıydı.

Darbe öncesinde CIA adına Türkiye'de casusluk yapan Ruzi Nazar, Cemal Madanoğlu'nun kendisine geldiğini ve destek istediğini, bu haberi alır almaz durumu ABD büyükelçiliğine bildirdiğini söyler. Cemal Madanoğlu daha sonra cunta davasından yargılanırken Ruzi Nazar'ı ajan-provokatör olarak suçlamış, Ruzi Nazar ise 9 Mart'ın arkasında SSCB'nin olduğunu iddia etmiştir. Yalnız Ruzi Nazar'ın bu iddialarını kanıtlayacak hiç bir delil yoktur.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ

İşte Türkiye bu gelişmeler ışığında 12 Eylül'e sürecine gelmiştir. Ekonomik ve siyasi buhran derinleşmekte ve Türkiye adım adım iç savaşa sürüklenmektedir. Üniversitelerde öğrenciler kurşunlamakta, akademisyenler ve aydınlar öldürülmekte, adeta her köşe başında bombalar patlamaktadır. Adeta 12 Mart'ta yarım bırakılan 12 Eylül'de tamamlanmıştır. Dönemin CIA Ankara istasyon şefi Paul Henze darbe yapıldıktan sonra durumu ABD başkanına bildirirken "bizim çocuklar zafer kazandı" demiştir.

Zira istedikleri olmuş ve ülke Amerikan rotasından tam çıkacak iken imdatlarına faşist cuntacıları yetişmiştir. Binlerce kişi işkence tezgahlarından geçirilmiş ve tutuklanmış, yüzbinlerce kişi gözaltına alınmış ve fişlenmiştir. Darbe öncesi alınan 24 Aralık Ekonomik Kararları darbenin ekonomik zeminini oluşturmuştur. Bu kararlarla Türkiye neoliberal ekonomi modelini benimsemiş, özelleştirmeci ve anti-kamucu, sosyal ve ekonomik hakların yok sayıldığı bir döneme girişin ön koşulları yaratılmıştır. Bu süreç darbe sonrası sivil yönetimin başına geçen Özal iktidarı tarafından uygulamaya konulmuştur. Özal'ın "Bırakınız yapsınlar bırakınız etsinler",  "benim memurum işini bilir" sözleri hep bu anlayışın tezahürüdür.

Türkiye 12 Eylül fasit cuntasının açtığı yolda 2000'li yıllara kadar gelmiştir, bu yıllarda kamuda ve bürokrasinin değişik kademelerinde tarikatçı ve cemaatçi örgütlenmelerin palazlandığını görüyoruz. Öyle ki Fettullah Gülen bir röportajında Ecevit'i kendilerine ılımlı davrandıkları için övmüş, Özal ve Demirel'i kamuda örgütlenmelerine yer yer engel çıkardıkları için eleştirmiştir. -solun yağız Karaoğlan’ı Ecevit o kadar da yağız değildir anlayacağınız-

REFAHYOL VE 28 ŞUBAT

Açılan "islâmizasyon" kapılarından 2000'li yılların eşiğine böyle gelinmiştir. 1996 yılında yapılan seçimler sonucunda Refahyol hükümeti iktidar olmuş Erbakan-Tansu Çiller ortaklığında Türkiye gerici irticai faaliyetlerin hız kazandığı ve devletin en üst kademesinde yer edindiği bir sürecin kapıları aralanmıştır. Erbakan 11 Ocak 1997'de Başbakanlık konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği verince bu gelişme bardağı taşıran son damla olmuştur. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) 28 Şubat 1997'de toplanmış ve tarihe "postmodern darbe!" olarak da geçen bir dizi siyasi kararlara imza atmışlardır. Bunlar arasında "laikliğin korunması, irticai faaliyetlere son verilmesi, yeşil sermayeye kısıtlama getirilmesi, kaçak kuran kurslarının kapatılması, Tevhidi Tedrisat kanununun uygulanması ve tarikatların kapatılması" gibi kararlar vardır. 2001 ekonomik kriziyle Ecevit iktidardan düşmüş 2002'de AKP iktidar olmuştur. Erdoğan iktidar olduktan sonra Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ordu içindeki ulusalcı Kemalist subaylarla bir hesaplaşmaya gidilmiştir. Erbakan'ın "milli görüş" geleneğinden gelen Erdoğan yargıda tasfiyelere girişmiş ve 28 Şubat'ın adeta 'rövanşını" alırcasına davranmıştır.

Girilen "İslâmizasyon" kapılarından süreç 15 Temmuz 2016'ya kadar gelmiştir.

15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ

15 Temmuz darbe girişimi ise 12 Eylül Askeri cuntasının solu yok etme politikasının doğal sonucu devlet kadrolarına yerleştirilen sağ muhafazakar, cemaatçi subay ve kadroların ordu içerisinde güç kazanmasından doğan bir askeri kalkışmadır. Fakat karanlıkta kalan yanları olmakla birlikte -kimileri buna Nazilerin Reichstag Yangını² benzetmesi yapmaktadır- güç kaybeden AKP iktidarı bu sayede tekrar iktidarını pekiştirmiş, ordu, emniyet ve bürokraside var olan cemaatçi-Fettullahçı örgütlenmeleri tasfiye ederek KHK'larla adeta bir "cadı avı" başlatmıştır.

Bu dönemde fiili bir "sivil diktatörlük" ve olağanüstü hâl rejimi uygulanmış ve kamuda suçlu suçsuz, alakalı alakasız yaklaşık 140 bin kişinin işine son verilmiştir. -solda bu tasfiye sürecinden nasibini almıştır. Ankara Yüksel Direnişi bunun en önemli kanıtıdır-

Türkiye 1950'lerden 12 Eylül'e, 12 Eylül'den bugünlere gelinen süreçte sivil ya da askeri olsun  fiili bir "dikta rejimi" altında yönetilmektedir. Ülkemiz uzunca bir süredir hiç olmadığı kadar siyasi ve ekonomik buhran içinde kıvranmaktadır. Fiili tek adam rejimiyle yargı siyasallaşmış, Anayasa açıkça yok sayılmış, eğitimde dinci yapılanmalar boy göstermiş, kadınlar ve gençler Diyanet'in fetvaları ve tarikatçıların gerici kuşatması altında kalmıştır. Gelinen noktada Erdoğan'ın şahsında somutlaşan "tek adam rejimi" ülkeyi karanlık bir dehlizin içine sürüklemiş, hayat emekçiler, kadınlar ve gençler için daha yaşanmaz hale gelmiştir. Son seçimlerde gösterdi ki bu ülkenin alınteriyle geçinen insanları olarak umutlu olmayı elden bırakmamalı ve emek eksenli siyasal duruşumuzu bozmadan devam etmeliyiz. Buradan çıkış er ya da geç sol bir ülke tahayyülüyle, kamucu ve anti emperyalist bir mücadeleyle olacaktır.

Dipnotlar

¹ Kaynak. 9 Mart 1971 Türkiye'de Sol Darbe Teşebbüsü. Önder Ege

² Reichstag Yangını. Hitlerin 'komünist cadı avını' başlatması bu yangınla olmuştur. Alman parlamentosu

Reichstag'ın komünist komplocular tarafından yakıldığı iddia edilmiş ve bu yangın bahane edilerek seri tutuklamalara girişilmiştir fakat buna dair hiçbir kanıt bulunamamıştır.