Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP'li yetkililer Mayıs seçimlerinden önce yaptıkları birçok açıklamada ülkedeki ekonomik gidişattan bahsederken "hayat pahalılığını yeneceğiz herkes müsterih olsun" ifadeleriyle AKP tabanından da gelen bir takım hoşnutsuzlukları bir nebze olsun yatıştırmayı başarmıştı.

Geçen ay asgari ücrete yapılan zamla birlikte aynı gündem tekrar gelip Erdoğan'ın karşısına dikildi ve dikilmeye devam edecek gibi görünüyor. Erdoğan önceki günkü yaptığı açıklamada ise seçim sonuçlarının verdiği rahatlamayla belki de  -her yanı saran işçi direnişleri etkili olmuş olacak ki- bu sefer kötü gidişatı kabul etti.

Peki Erdoğan hem seçim öncesinde hem de sonrasında yaptığı bu açıklamalarla meseleyi neden getirip hayat pahalılığına bağlıyor?

Nedir bu "hayat pahalılığı", küresel ekonomi mi yaratıyor bu hayat pahalılığını yoksa ülkeyi yöneten iktidarın suçu günahı var mı bu işte?

Ülkemizde her gün hatta her saat akaryakıttan, gıdaya, faturalardan, kiralara, vergilere kadar kısacası iğneden ipliğe her şeye zam gelmektedir. Dünyanın diğer ülkelerinde de insanlar böyle her gün zamlarla yaşamak zorunda mı bırakılmıştır. Biraz verilere bakmamız öyle olmadığını gösteriyor...

Dünya genelinde Mart ayındaki verilere göre Türkiye, İran ve Gana'nın ardından dünyada en yüksek enflasyona sahip 10. ülkedir. Avrupa'da ise birincidir. Öyle ki savaştaki Ukrayna bile bu listede dördüncüdür.

Yıllık enflasyon resmi bazda yüzde 50.51'dir. Unutulmamalıdır ki bu veriler Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verileridir. Gerçek enflasyon ise bunun çok çok üstündedir. Türkiye bu klasmanda dünya birincisidir dersek yanlış söylemiş olmayız.

Belirtmeliyiz ki; Erdoğan 21 yıllık iktidarında kazandığı eşsiz deneyimden olsa gerek özellikle halka anlatamayacağını bildiği şeylere bir çeşit "belirsizlik" ya da "çaresizlik" atfetmede usta olmuştur.

Mayıs 2023 seçimi sonrası "bu dönem bizim ustalık dönemimiz" demeleri de bu açıdan manidardır. AKP ve Erdoğan'ın bugüne kadar yaptığı en "rasyonel" şey yaptıklarından kendini mesul tutmamak olup suçu hep "görünmez bir ele" ya da "küresel bir ekonomik krize" bağlamasıdır. Erdoğan'ın bu tarzı hem politika da hem de ekonomide kendi açısından oldukça kullanışlı ve işlevseldir. İşçi ölümleri, asker kayıpları ve maden cinayetlerine hep "kader planı" demesi de bu anlayışın politik düzlemdeki tezahürüdür...

Ağustos ayını yavaş yavaş geride bırakırken Erdoğan'ın bahsettiği "hayat pahalılığı" işçi ve emekçilerin ceplerini yakmaya devam ediyor. Temmuz ayında işçiler asgari ücret zamlı ilk maaşlarını almış oldular fakat bugün öyledir ki tarihin en yüksek asgari ücret zamlarını yapmış olmalarına rağmen hiçbir çalışanın yüzünün gülmemesi ise gerçekten trajikomiktir. Çünkü asgari ücrete yapılan zamlar daha emekçilerin eline geçmeden eriyip buhar olmaktadır. Akaryakıttan, gıdaya, kiralara ve vergilere getirilen zamlar halkın belini bükmektedir. Gerçi artık bükülecek bir bel de kalmamıştır.

Sonrası ise yükselen "hayat pahalılığı" karşısında işçilerin üç kuruşa kölelik düzeninde çalışması ve bir müsamereden öteye gitmeyen asgari ücret tespit komisyonunun belirlediği ücreti sessizce oturup kabul etmeleridir. Erdoğan ülkeyi her bakımdan tam da kendi rejim zihniyetini yansıttığı, asgari ücreti belirleme ve ilan etme yöntemine denk düşecek şekilde yönetiyor.

İşçinin ve gerçek sınıf sendikalarının hiçbir karar sürecinde yer almadığı, her şeyin tek taraflı, anti demokratik ve emrivakî bir yöntemle belirlendiği bir piyasa rejimiyle işçilerin dayatılanı boyun eğerek kabul etmesini istemektedir. Sanki işçi patron el ele Gaziantep Şireci'de olduğu gibi Fatma Şahin'in dediği baba-oğul ortak karar alıyorlarmış gibi yansıtıyorlar.  Çünkü onlara göre "küresel bir kriz" vardır ve her grev, her direniş "çarkların işlemesinin" önünde bir engel hatta vatan hainliğiyle eşdeğer olmaktadır!

Şunu belirtmek gerekir; çalışma saatleri ve özellikle ücret mücadelesi işçilerin en önemli ekonomik/demokratik hak mücadelesidir. Bu mücadele alınteriyle geçinmekten başka bir seçeneği olmayan işçiler için yaşamsal bir mücadeledir ve işçi sınıfının örgütlü ve güçlü olduğu alanlarda bile bu mücadeleden vazgeçilemez (zira sınıf sendikalarının varoluş şekilleri büyük oranda buna dayalıdır) İşçilerin çalışma saatleri, ücret ve yan gelir hakları toplu sözlemeler ve görüşmelerle pazarlık konusu edilir ve ülke genelinde tüm işçilerin eli ancak bu kazanımlarla güçlenir. Bu da ekonomik demokratik anlamdaki sınıf siyasetinin gelişmesinde ve derinleşmesinde rol oynar.

Türkiye uzunca bir süredir derin bir ekonomik kriz ve enflasyon bataklığında debelenmektedir. Tek adam rejimi ve onun yarattığı ekonomik ve toplumsal düzen krizi daha da derinleştirmektedir. İktidar cenahı ise gerçeğin farkındadır fakat her seçim öncesinde "halka nasıl masal anlatırım da paçayı yırtarım" derdine düşmüştür. Düzen muhalefeti ise yok seccadeydi yok başörtüsü meselesiydi derken, iktidarın halkı gerçek sorunlardan uzaklaştıran gündemine hapsoldu. Kritik önemde olan bu seçimi göz göre göre kaybettiler. Esas olarak muhalefetin ülkenin ekonomik meseleleri ve halkın geçim sorunu olduğunu gözardı etmeleri tüm bir ülkeye pahalıya patladı. İktidarın tüm eşitsiz ve tek yanlı manipülatif siyaseti "cambaza bak" taktiğiyle birlikte ülkeyi bir cehennem çukurunda bir 5 yıl daha yönetmek için işe yaramış oldu böylece.

Ülke gerçekliğini ortaya koyması açısından Birgün gazetesinden Aziz Çelik'e göre; Türkiye'de en zengin yüzde 10'luk kesimin ulusal gelirden aldığı pay %54'dür. En zengin yüzde 1'in payı ise %18.8 düzeyinde. Bu durumda en düşük yüzde 50'nin payı %11.9'dur. Türkiye'nin en zengin yüzde 1'i nüfusun yarısının ulusal gelirden aldığı payın bir buçuk katını kazanıyor (%18.8).

Bu tabloya baktığımızda en yoksullardan bahsetmeye bile gerek yok sanırım...

Peki bu kadar gelir adaletsizliği ve sınıflar arası uçurum varken, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz neden "Türkiye yüksek gelirli ülkeler liginin eşiğinde" diyor. Bunu demesinin dayanağı yine referans aldıkları Dünya Bankası'nın "Yüksek Gelirli Ekonomi Ligi" raporudur.

Bu rapora göre Türkiye orta yüksek gelirli ülkeler ligine girmek üzeredir diyor Yılmaz. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz bize eski bir masalı anlatmaya devam ediyor. 90'lı yılların sonu itibariyle OECD raporlarını almışlar temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp fırına sürüyorlar. Sanıyorlar ki herkes kendileri gibi yaşıyor. Çarpıtma ve tahrifi sadece iktidarın emrindeki TÜİK yapmıyor. Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar ise buradaki çarpıtılmış verileri resmi veridir diye baz alıp raporlama yapıyor. Bunlarda Nasrettin Hocanın fıkrasındaki uyuklayanlara yalan vaaz verirken gözleri fal taşı gibi açılan cami cemaati gibiler. Dünya Bankası ve benzeri kapitalist kurumların verdikleri istatistikleri işlerine geldiği gibi yontuyorlar ve medyalarına öyle servis ediyorlar. Halkta sanıyor ki tüm dünya Türkiye gibi %100 %200 enflasyonla boğuşuyor.  Ne de olsa enflasyon ve ekonomik kriz her ülkede var. Ne de olsa Almanya'da bizi kıskanıyor!

Türkiye'de emek sömürüsü işçiler için her geçen gün daha da katmerlenirken bir yandan da işçi ölümleri her geçen gün artmaktadır. Daha geçen ay 182 işçi iş kazalarında (cinayetlerinde) yaşamını yitirdi ve her ay onlarca işçi iş cinayetlerinde ölmektedir. İşçilerin ücret, çalışma saatleri ve çalışma şartları mücadelesi birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. Albert Camus, "bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkede insanların nasıl yaşadığına değil nasıl öldüğüne bakın" der. Bizim ülkemizde ise insan canının sudan ucuz olduğu aşikârdır.

Her yıl asgari ücretin açıklanmasıyla birlikte patron-işçi arasındaki ücret uyuşmazlıkları had safhaya çıkmaktadır. Pandemi dönemi boyunca çokça motokuryelerin eylemlerine tanık olmuştuk. Son yıllarda özellikle emek yoğun sektörlerde işçi eylemleri hareketlenmesi yaşanmaktadır. Bunun nedeni çalışma koşullarının yanı sıra patronların ücret politikasıdır.

Tekstil ve türü fabrikalarda, nakliyat ve ulaşım sektöründe, inşaat ve demir çelik fabrikalarında çokça bu direnişlerle karşılaşıyoruz. Son olarak Gaziantep Organize Sanayi Bölgesinde Şireci Tekstil işçilerinin direnişine tanık olmaktayız. Bu direnişlerde işçiler ücret, yan haklar ve mesai ücretleri konusunda taleplerini dile getiriyorlar. Bu yazıyı henüz hazırlarken Gaziantep Şireci işçileri yaptıkları görüşmelerde kazanım elde ettiler. 2021 ve 2022 yılları ise bir bütünlük arz etmese de çoğunlukla işçi sınıfı direnişlerine sahne olmuştur.

Trendyol Kargo, Getir ve Yemek Sepeti kurye direnişleri, Farplas, Tekirdağ PasSoult fabrikası, Antep Başpınar'da halı fabrikasında ki işçi direnişleri, Gebze'de fabrikalarda ki direnişler örnek gösterilebilir.

Peki bu kadar işçi direnişinin varoluşunun sebebi küresel ekonomik krizin ülkemize yansımasından kaynaklı mıdır yoksa grev yasakçısı iktidarın ve patronların emekçileri ezme politikası mıdır?

Erdoğan uzunca bir süredir işçi direnişlerini OHAL rejimini bahane ederek KHK'yla "milli güvenliğe tehdit" bahanesiyle yasaklıyordu.

AKP döneminde toplam 20 büyük işçi grevi yasaklanmıştır (bunların 7'si OHAL dönemindedir) Erdoğan, “Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL'den istifadeyle anında müdahale ediyoruz” demişti.

Böylece grev yasaklarının milli güvenlik için değil patronlar için olduğunu itiraf etmiştir.

İktidar ne kadar işçi grevi varsa oraya jandarma ve polisi göndermekten çekinmedi. Patron sevici olan iktidar aynı Akbelen ormanlarındaki direnişte görüldüğü gibi polisi ve jandarmayı hakları için direnen insanların üzerine salmaktan hiç bir zaman çekinmiyor. Bu saldırılara işçilerin örgütlü olduğu işyerlerinde patron yalakası sarı sendikalarda dahil olunca rüzgar iyice patrondan yana dönmüş ama bazı işyerlerinde işçiler tüm bunlara direnmiş ve haklarını sonuna kadar savunmuşlardır.

Kapitalizm sürekli krizler üreten vahşi bir ekonomik sistemdir. Pandemi döneminde işçiler ölümüne çalıştılar. İşçiler AKP ve patronların "hepimiz aynı gemideyiz" yalanına kanmamalıdır. Sosyalistler ise halk nezdinde zayıf ve göreceli güçlerine rağmen işçilerin yanında durdu ve işçi sınıfının ekonomik/demokratik taleplerinin siyasi anlamda taşıyıcısı olmaya çalıştılar.

Bilinmelidir ki, sadece ücret ve çalışma şartlarına odaklanmış sınıf mücadelesi yenilgiye mahkûmdur. İşçi sınıfı Marx'ın dediği gibi "kendinde sınıf" değil "kendisi için sınıf" olmak zorundadır. Lenin ise, yüzyıl önce çok açık bir şekilde işçi sınıfının sadece ekonomik/demokratik mücadeleyle (ücret, çalışma saatleri vs.) yetinmesi gerektiğine vurgu yapan Alman Sosyal Demokrat Partisi Lideri Eduard Bernstein'ı, "işçi sınıfını politik mücadeleden yoksun bırakarak sonsuza kadar kölelik koşullarına razı gelmeyi kabul etmesiyle" eleştirmiştir.

Bu açıdan işçilerin ekonomik demokratik temelli mücadelesi yadsınamaz ama bu mücadelenin siyasi bir karşılığı olmazsa dağınıklık ve yenilgi kaçınılmazdır. Ülkemizdeki sınıf mücadelesinin güçsüz olmasının nedenlerinden biride son derece dağınık, örgütsüz ve politik bütünlükten yoksun sınıf mücadelesini bir türlü rayına oturtamamak olmuştur.

İktidarın sınıflar üstü bir şeymiş gibi anlattığı şeyin ülkede ne var ne yok satıp kalanı da şirketlere pay ettiği bir düzeni emekçilere "hayat pahalılığı" olarak yutturmaya çalışmasıdır. Pahalı olan hayat değil, aslında pahalıya patlayan! 21 yıldır bu ülkeyi yöneten AKP'nin politikaları ve kapitalist sermaye düzenidir. Bugün tabii ki "beceriksizliklerini" ve suçlarını kabul etmeyecekler. Ekonomik kriz ve enflasyonun nedeni biz değiliz,  "küresel kriz" var diyecekler ama biz biliyoruz ki küresel krizin etkileri tek adam rejiminin yarattığı krizin yanında devede kulak kalır.

Bu kadar olumsuzluk ve sınıf mücadelesindeki ‘gerilemeye’ rağmen işçi sınıfının üretimden gelen gücü her zaman vardır ve bu güç hiç bir zaman küçümsenemez. Her gün yaşamı çekilmez hale getiren pahalılık ve zamlara karşı işçiler, bulundukları yerlerde haklı olan ücret taleplerini ve insanlık dışı çalışma koşullarına itirazlarını yükseltmek zorundadır.

Gelecek bu dünyayı emeğiyle var eden işçilerin ellerinde olacaktır. Erdoğan'ın bahsettiği gibi biz bu zam zulüm, düzenine "hayat pahalılığı" demeyelim ama en azından şimdilik, gerisi hayat deyip geçelim...