Kapitalist ekonomiler her ülkede farklı düzeylerde şu ya da bu tip krizlere sebep olmuşlardır, ama her kriz gelip nihayetinde büyük bir "bölüşüm krizine" sebep olmuştur.
Ekonomik büyüme; "Bir ülkede yaratılan ulusal gelirin ve bundan kişi başına düşen miktarın, bir yıldan öteki yıla olumlu yönde gerçekleşen artışı"
Sözlük karşılığı bu.
Gazetelerde, televizyon programlarında hep karşılaşırız Bakan'ı, siyasetçisi, yazarı, yorumcusu çıkar ve örneğin yılın ilk çeyreğinde "şu kadar büyüdük, bu kadar istihdam yarattık" der, üretim, ithalat, ihracat rakamlarından bahseder dururlar.
Okyanusun ortasında buzdağına çarpıp batan Titanik filmi sahnesinde olduğu gibi kemancılara, "keman çalmaya devam edin" diyen gemi kaptanının andırıyorlar.
Peki bu kadar olumsuzluğa rağmen ekonomi nasıl hâlâ büyüyor?
Bu durumu açıklamak için anlatılan semerci hikâyelerinden birine kulak verelim;
Zamanın birinde bir tane semerci 10 tane çalışanıyla aylık 100 tane semer üretirmiş. Tanesini 50 liradan satar 5000 lira gelir elde edermiş. Bir süre sonra semerci elemanlardan birini işten çıkarmış 9 tane elemanıyla 90 tane semer üretmeye başlamış ama semerin fiyatına da 10 lira zam yapmış. Baktığınız zaman semercinin geliri 5000 liradan 5400 liraya yükseldiği için semerci cirosunu % 8 arttırmış ama semere yaptığı zam enflasyonun yükselmesine, çıkardığı bir tane işçi istihdamın düşmesine, azalttığı semer sayısı da üretimin gerilemesine sebep olmuştur.
Burada sorulacak soru şu; böyle bir büyüme sizce mantıklı mı?
Semerci hikâyesi belki küçük bir hikâye ama "ekonomik büyümenin" anlaşılması açısından gayet açıklayıcı. Öyle ki semerci ekonomik olarak büyüyor yani geliri artıyor ama buradan semeri üreten emekçi pay alamıyor.
Enflasyon büyüyor, işsizlik artıyor...
Semerci hikâyesi bir tarafa peki kim alıyor bu ekonomik büyümeden aslan payını? Bu soruya yanıt verebilmek için önce kapitalizmin üretim ve bölüşüm ilişkilerine bakmak gerekiyor. 19.yuzyılda Karl Marx üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkiye vurgu yapmıştı. Toplumsal üretimin belli bir aşamasında sermaye büyüyor, genişliyor ama emek bu çelişkinin girdabında bu genişlemeden payını alamıyordu. Çünkü üretim araçlarına sahip olan patron, kârını artırmak için hem emek maliyetlerini kısıyor, hem de çalışma sürelerini artırıyordu. Bu yüzden tüm 19.yüzyıl Avrupa'sında 8 saatlik işgünü mücadelesi ve bir dizi devrimci dönüşüme yol açmış emek mücadeleleri tüm yüzyıla damgasını vurmuştu.
Ekonomik olarak kapitalist genişlemenin en can alıcı noktası üretim kapasitesini artırmaktır. Üretim her birey için toplumsal bir nitelik taşır fakat ekonomik ilişkiler onları üreten üretim araçlarının (makinelerin) özel kişilerin elinde toplanmasıyla gelişmesinin belli bir aşamasında bu toplumsal nitelikle ters düşer ve eski düzen yerini yeni olana bırakmadan bu çelişki sürmeye devam eder.
Marx ve Engels, 1845'de yazdıkları ve ilk olarak "Alman İdeolojisi" adlı kitabında bahsettikleri, "tarihteki tüm çatışmaların kökeninde üretici güçler ile ekonomik ilişki biçimi arasındaki çelişkinin yattığına'' ve bu çelişkinin "her seferinde bir devrim halinde patlak vermek" zorunda olduğuna işaret ediyorlardı.
Kapitalizmin yüzyıllık büyük krizleri bu şekilde süregelmiştir. Artık yaşadığımız bu çağda kapitalizmin yapısal ve sürekli krizlerinden bahsedebiliriz. Günümüz iş dünyasının "sürdürülebilirlik" "sürdürülebilir kriz yönetimi" "stres yönetimi" gibi kavramları "keşfetmesinin" en büyük nedeni budur.
Bugün yaşadığımız ekonomik kriz Korkut Boratav'ın da bahsettiği gibi bazı özellikleriyle geçmişteki krizlerden farklı bir seyir izlemektedir.
Korkut Hoca, "Geçmişte Türkiye kapitalizmi ve koalisyon hükümetleri krizi çok da emek aleyhine olmayacak şekilde bazı endekslemelerle belli bir seviyede tutmaya çalışarak ve refah seviyesini de nisbi düzeyde tutarak sadece emekçi kesimlere "yıkmayı" engellemeye çalışıyordu" diyor. Şimdi bu endekslemeler(bir ekonomik gelişimi başka bir gelişime göre belirleme) AKP hükümetleri tarafından geniş ölçüde sermaye lehine yapılmaktadır. Yani asgari ücret artarken (artık bu ücret bugün genel bir ücret seviyesi haline dönüşmüştür) çalışan gelirleri artıyor görünüyor ama diğer yandan sermaye sınıfının kârları da artmaktadır. Normalde biri artarken diğerinin nisbi oranda da olsa azalması beklenir ama patronlar kârlarından vazgeçmemek için bunu fiyatlara yansıtarak -gerçek enflasyonun çok üzerinde - çarkın kendi lehine dönmesini sağlıyor, "bir önceki yıla göre banka kârlarının yüzde 320 artmasını başka neyle açıklayabiliriz".
Buna dayanarak daha asgari ücrete zam gelmeden çarşıda, pazarda gördüğümüz ve her geçen gün yaşamı çekilmez kılan astronomik fiyat artışlarının nedeni böyle bir ekonomik refleksin ürünüdür.
Öyle ki bu "refleks" küçük üretici ve satıcıları da etkilemiş durumdadır ve Türk lirası normalden daha fazla değer kaybetmekte, halkın alım gücü azalmaktadır.
Halkın alım gücünün azalması kapitalist ekonomik çarkların normalden daha fazla yavaşlamasına ve giderek ekonominin daha yüksek oranda durağanlaşmasına sebep oluyor. İşte kapitalizmin pazar daralması dediğimiz şey tam da budur. Yani ücretlerin düşük olması iç talebin azalmasına sebep olurken, ücretlerin yükseltilmesi ise kapitalistin daha fazla kâr etmesine engel oluyor. Bu çelişik durum kapitalizmin en temel iç çelişkilerinden biridir. Örneğin küçük bir kapitalist olan bir manav elindeki malları yüksek fiyattan satamayacağını bildiğinden daha fazla mal almaz. Çünkü talep azalmıştır ve ücretler malların satın alınması için yeterli düzeyde değildir.
Kapitalist ekonomiler her ülkede farklı düzeylerde şu ya da bu tip krizlere sebep olmuşlardır, ama her kriz gelip nihayetinde büyük bir "bölüşüm krizine" sebep olmuştur. Her krizde emekçi sınıflar daha da yoksullaşmıştır. İşte bize çokça anlatılan "ekonomik büyüme" masallarının özü budur. Kur korumalı mevduat, uygulanan “Nas modeli” ve sonrasında yüksek faiz politikasıyla sermayenin kârları korunmaya çalışılmış ama emekçilerin alım gücü her daim azalmıştır. Korkut Hoca buna sermaye lehine "bölüşüm şoku" diyor.
Yaşadığımız ekonomik kriz aslında her kapitalist kriz gibi özünde bir bölüşüm krizidir. Yani bir taraf yoksullaşıyorsa diğer taraf zenginleşiyordur. Önemli olan bu ekonomik girdaptan kimin lehine sonuçlar çıkacağıdır. Emekçiler daha derin bir krize mi sürüklenecek yoksa ekonomik-demokratik haklarını savunup siyasal bir özne olarak tekrar sahneye mi çıkacak? Buna sınıflar arenasında ki mücadeleler karar verecek.
Halka her fırsatta anlattıkları "ekonomimiz büyüyor", "ekonomimiz geçen yıla oranla şu kadar büyüdü", gibi cümleler karpuzlarını öve öve bitiremeyen fakat karpuzları her fırsatta kelek çıkan karpuzcu misali halka yeni masalların anlatıldığı sihirli bir kaç cümlenin ötesine geçemiyor.
Şu bir gerçektir ki Türkiye kapitalizmi devasa bir çözümsüzlük, iç içe geçmiş sorunlar yumağı ve emekçi halkın yoksulluk girdabında kaybolduğu bir hayatı vadediyor. Böyle bir hayatın emekçi sınıflar açısından yaşanabilir bir hayat olmadığı, gençlerin, kadınların ve toplumun tüm ilerici katmanlarının böyle bir hayatı asla kabullenemeyeceği gün gibi ortadadır...