Cumhuriyet'in 100.yılında nasıl bir Cumhuriyet sorusu bugünün siyasal sorunlarını ve kuruluş yılları itibariyle Cumhuriyet rejiminin geldiği noktayı anlamamız açısından zorunlu ve gerekli bir sorudur.

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarıyla bugünün Cumhuriyet'i arasında dağlar kadar fark vardır. Dünün bağımsızlıkçı, anti-emperyalist, laik ve halkçı Cumhuriyeti bugünün siyasal İslamcı faşizmine dönüşmüş, ülke Mustafa Kemal'in Gençliğe Hitabe'deki deyimiyle, "cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş"tir.

Cumhuriyet adeta son elli altmış yıllık serüveninde; Franz Kafka'nın Dönüşüm romanındaki iç çelişkiler ve girdaplar içinde kıvranıp duran ve gerçek kimliğinden sıyrılarak bir böceğe dönüşen kurgusal karakter Gregor Samsa gibi adeta içten içe çürümüş ve başlangıçtaki kuruluş değerlerinden büyük bir kopuş yaşamıştır. Şunu ifade etmek gerekir ki; biz burada Cumhuriyet kavramını "demokratik bir Cumhuriyet" biçimi olarak kavrıyoruz fakat Cumhuriyet kavramının kendisi de bir yönetim biçimi anlamında tarihsel olarak tartışmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti'nden bahsederken Cumhuriyet rejiminin bugüne kadar gelen biçimleriyle birlikte düşünmek ve tartışmak nasıl bir Cumhuriyet sorusu üzerinde düşünmeyi daha anlamlı kılacaktır...

Antik Yunan'dan beri siyasal tarihe baktığımızda çeşitli siyasal yönetim biçimleriyle karşılaşırız. Sınıf mücadeleleriyle dolu insanlık tarihinde yönetici sınıflar ve ezilenler arasında sürüp giden kavganın bir ürünü olan bu yönetim biçimleri, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki egemenlik kurma biçimleriyle şekillenmiş ve tarih sahnesinde rol oynamıştır. Bir yönetim biçimi olarak Cumhuriyet rejimi de bu rejimlerden biridir.

Tarihte bilinen ilk Cumhuriyet, "ilkel bir biçim olarak doğmuş olsa da" M.Ö 500'lü yıllardaki Antik Roma Cumhuriyeti olarak bilinir.

Ancak, Antik Roma Cumhuriyeti'ni bugünkü anlamından uzak "biçimsel bir Cumhuriyet rejimi" olarak değerlendirmek çok daha doğru olur çünkü Roma İmparatorluğu'ndaki son monarşik kralın devrilmesinden sonra iktidara gelen kral Brütüs, ülkeyi bir çeşit  "oligarşik cumhuriyet" olarak yönetmiştir.

Tabii o zamanlarda bugünkü anlamda bir Cumhuriyet anlayışından bahsedilemez çünkü kralın ya da krala bağlı konsüllerin, devleti halk adına ve konsey düzeyinde yönettiği bir rejim günümüzdeki anlamıyla bir demokratik cumhuriyet rejimine karşılık gelmemektedir. Yine de o yüzyıllardaki bu yönetim biçimleri anlaşılır bir döneme tekabül eder ve kendi dönemi açısından ilerici bir muhteva taşır. Burada mutlak anlamda bir monarşiden daha çok, devleti temsilen yetkilerin iki ya da üç yönetici (konsüller) arasında paylaştırılması ve bu yöneticilerin birbirlerini denetleyici mekanizmalarla kontrolü esastır. Bir anlamda bugünkü Avrupa ülkelerinde varolan "meşruti monarşi" rejimlerinin hukuki ve siyasi altyapısı Antik Roma'dan kalma bir geleneğin tezahürüdür.

Özü itibariyle bu yönetim biçimi, Antik Roma'daki biçimiyle düşünüldüğünde bir "oligarsik Cumhuriyettir" dersek daha doğru olur.

Tarihte bilinen ilk Cumhuriyet fikri, Antik Yunan'dan çıkmış olsa da bir devlet ve yönetim biçimi olarak dönüşümünü sağlayan Romalılar olmuştur. Uygulamada bir yönetim biçimi olarak ortaya çıkışı ise; 1789 Fransız Devrimi'yle olmuştur. Büyük Fransız devrimini hazırlayan şey ise; 16. ve 17.yüzyıllardaki Jean Bodin, Çicero ve Machiavelli gibi düşünürler tarafından geliştirilen; Montesquieu, Rousseau ve Kant dönemine kadar uzanan hürriyet ve demokrasi fikrinin yaygınlaştırılmasıdır. Cumhuriyet fikrini bu açıdan teoriden uygulamaya taşıyan esas gelişme 1789'daki Fransız Devrimi olacaktır.

Her yönetim biçiminde olduğu gibi Fransa'da kurulan Cumhuriyet rejiminin de sınıfların konumlanışı o devrime rengini vermiştir. Fransız devriminde rol oynayan sınıfların ağırlığı ve etkisi bu devrimin sonraki süreçlerdeki karakterini de belirlemiş, önce monarşik bir Cumhuriyet (anayasal monarşi) olarak doğmuş sonra halkçı Cumhuriyet biçimine bürünerek rejim iç ve dış müdahale ve savaşlar sonucu sürekli biçim değiştirmiştir.

-1923 Kemalist devriminde de yekpare bir Cumhuriyet tarihinden söz edemeyiz fakat Kemalist devrim Fransız devriminden hem öz hem biçim olarak çok farklı bir düzleme tekabül eder-

Fakat "iyi fikirler her zaman bulaşıcıdır" derler ve Fransız devriminin büyük etkisi tüm Avrupa'ya yayılarak Cumhuriyetçi fikirlerin tüm kıtayı kasıp kavurmasına sebep olmuştur. Bu fikirler Avrupa kıtasındaki tüm imparatorlukların çözülmesini sağlamış, daha sonra Osmanlı İmparatorluğu içinde de etkisini göstermiş, imparatorluk hızla bir dağılma sürecine girmiştir.

İşte yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de bu fikirlerin etkisiyle biçimlenmiştir...

(Yeri gelmişken bugün de gericiliğin ve muhafazakarlığın bir "sembolü" haline gelmiş Türkçülük akımı o dönemin Cumhuriyetçi ve ilerici fikirlerin bir ürünüdür ve "ulusçuluk" kavramıyla birlikte düşünülmelidir. Osmanlı'nın çöküş dönemindeki "vatan" "hürriyet" gibi kavramların, Nâmık Kemallerin, Ziya Paşaların, Tevfik Fikretlerin ortaya çıkışı bu fikri zenginliğin bir sonucudur. İşte yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu kavramlar ışığında kavranmalıdır. Bugün Türk milliyetçiliğinin savunuculuğunu üstlenen MHP, Zafer Partisi ve İyi Parti gibi sözde milliyetçi partiler, bugün yenilikçi ve hürriyetçi herhangi bir fikrin savunuculuğunu yapabilirler mi? Bu mümkün müdür? O yüzden onların savunduğu milliyetçiliğin, ulusun tüm fertlerini ayaklarından prangaya bağlayan bir "fikri sefaleti" temsil etmesi dışında bir ufka sahip olması hiçbir zaman beklenemez! )

DEVRİMCİ DEMOKRATİK CUMHURİYET

Kurtuluş Savaşı sonunda kurulan bu yeni Cumhuriyet, batıda gelişen Cumhuriyetçi fikirlerin bir sonucu olarak Fransız Devrimi'nden etkilenmiş ve Osmanlı'nın son dönemlerinde ortaya çıkan reformcu ve özgürlükçü fikir akımlarıyla birlikte yeni devletin oluşumunda temel dayanak olmuştur. Bu dönemde Cumhuriyet'in ilan edilmesiyle birlikte hilafet ve saltanat (1922) kaldırılmış, din ile devlet işleri birbirinden ayrılmış, medeni hukukta ve kadın haklarında gelişmeler kaydedilmiştir. Tebaa ve kul anlayışından çıkılmış birey yurttaş statüsüne indirgenip bireysel özgürlükler genişletilmiştir. Sosyal yaşamda ise modern ve batılı bir yaşam tarzı benimsenmiş ve çeşitli inkılap ve reformlar yapılmıştır. Kılık kıyafet ve harf inkılabından tutunda tarikat ve cemaatlerin sosyal yaşamdan tecrit edilmesine kadar bir dizi devrimci dönüşüm yaşanmıştır. Laiklik ilkesi Cumhuriyetçi fikirlerle birlikte bir bütün olarak devletin tüm kademelerine ve sosyal ve siyasal yaşama sirayet etmiş, imparatorluk bakiyesinden kalan gerici ögeler devlet yönetiminden temizlenmiştir.

1923-1938 yılları arasında bir dizi devrimci dönüşüm yaşanırken Atatürk'ün ölümü sonrası süreç Cumhuriyet rejiminin kazanımlarının tersine işlemiştir. Özellikle 1950'ler sonrası Türkiye, batıyla girdiği ikili ilişkilerin sonucu olarak içte devrimci dönüşümlerin, dışta emperyalist devletlerin politikalarıyla uyumlu hale getirilmesi nedeniyle sekteye uğradığı bir süreç yaşamıştır. Hatta o dönem, Cumhuriyet'in kuruluş ilkeleriyle uyumlu insanlar yetiştiren Köy Enstitüleri sonrasında "komünist yuvası" diye kapatılacaktır. Sonrası ise trajik olan Türkiye Cumhuriyeti ve demokrasisinin askeri darbeler ve yönetimler altında adeta bir "olağanüstü hal" rejimine dönüşmesidir.

Bugün ise Cumhuriyet'in tüm kazanımları laiklik başta olmak üzere bir bir yok edilmiş, yeraltı ve yerüstü tüm zenginliklerimiz emperyalist devletlere peşkeş çekilip kamusal varlıklar yağmalanmıştır. Bu açıdan ülke, Cumhuriyet rejimi öncesi Osmanlı imparatorluğundaki Düyun-u Umumiye döneminden bile geri bir konuma düşmüştür...

Şunu söylemek gerekir ki; bir yönetim biçimi olarak Cumhuriyet, tek başına halkın yönetime katıldığı bir yönetim anlayışı olarak değerlendirilemez. Halkın yönetime hangi yöntem ve araçlarla katıldığı ve ne oranda söz, yetki, karar sahibi olduğu meselesidir aslolan. Günümüzde meşruti bir monarşi rejimi bile herhangi bir Cumhuriyet rejiminden çok daha demokratik ve yurttaşlarına geniş sosyal haklar tanıyan bir rejim olabilir. Dolayısıyla herhangi bir Cumhuriyet rejiminin halkına ne ölçüde haklar tanıdığı ve yurttaşlarına nasıl bir fırsat eşitliği ve yaşam standardı sağladığı çok daha önemli bir konudur.

Bugünkü ülkemizin gerçekliği açısından düşünecek olursak; evet ülkenin bir parlamentosu, siyasi partileri, yürütme organı ve yargı mekanizması vardır.

Ülkede her 4-5 yılda bir serbest seçimler yapılmakta, herkes gidip "hür iradesiyle" oyunu kullanmaktadır. Yapılan seçimler sonucu bir parlamento oluşmakta ve o parlamento da siyasi partiler bulunmaktadır.

Her şey gerçekten görünürde bir "demokrasi" olduğu havası yaratmaktadır. Ama gerçekte -temsili düzeyde de olsa- halkın hür iradesinin hiçbir şekilde yönetime yansımadığı, mecliste sadece salt çoğunluğa sahip partilerin tüm yasaları rahatlıkla geçirdiği, diğer yüzde ellinin hiçbir hakka sahip olmadığı ve sadece "el kaldır indir" yapan vekillerle ülkeyi yöneten tek bir kişinin ağzına bakıldığı bir rejimdir bu rejim. Bu rejimin adı ise her ne kadar Cumhuriyet olsa da bunun en hafif tabirle Roma dönemindeki "ilkel" biçimiyle benzer bir Cumhuriyet (özünde monarşi) olduğu aşikârdır. (Bu tür bir yönetim, Mahir Çayan'ın da 1970'lerde ifade ettiği gibi; "Filipin tipi bir demokrasinin* kötü bir karikatürü bile olamamaktadır.)

1982 Anayasası'na göre ise;  ülke 2. maddede belirtilen demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Ülkenin sınır kapılarında, adliye binalarında ve tüm kurumlarında Türkiye Cumhuriyeti yazmaktadır. Fakat gerçekte öyle midir? Türkiye anayasada belirtildiği gibi demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti midir?

Bugün artık olmadığı ortada olduğundan burada üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yok fakat laikliği ve Cumhuriyeti bugün tekrar kazanmak gerektiği gün gibi ortadadır. Bununda 20-25 yıl öncesine dönerek olmayacağı aşikârdır. Cumhuriyetin kazanımlarının tekrar kazanılması demek yaratılan mülkiyet rejimine karşı durmayı da önüne bir görev olarak almak demektir. Çünkü bugün AKP, yeni sermaye rejimiyle; kamuculuğun, halkçılık ve laikliğin tasfiye edilerek, yerine özelleştirmeler ve işçi sınıfının nisbi kazanımlarının da yok edildiği yeni bir siyasal rejim yaratmıştır. Bu siyasal rejim tüm bu değerlerin tasfiye edilerek yerine siyasal islamcılığın ve dinselleşmenin ikame edildiği bir rejim olmasının yanısıra, sermaye ve patronların "onların ne istedilerse yapmadıkları" bir siyasal rejimdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bunu, "bizim zamanımızda grev falan kalmadı, OHAL sayesinde biz bu işi hallettik" demesi bu açıdan manidardır.

753a83bd-395f-4352-a359-5d2b77487a7e

Evet bu rejimden çıkış, ancak ve ancak önüne sosyalist bir halkçı program koyan devrimci bir siyasal anlayışla olacaktır. Bu da şu anki mevcut çürümüş düzenin tüm kurumlarıyla tasfiyesi ve tüm yurttaşların yönetime dolaysız katıldığı, yurttaşların tüm yönetim kademelerinde söz, yetki ve karar sahibi olduğu devrimci demokratik, halkçı bir cumhuriyet rejimiyle ancak gerçekleşebilir.

Şimdi 29 Ekim vesilesiyle; Cumhuriyet'in kazanımlarının gerçek anlamda işler olduğu ve bununla da yetinilmeyip daha da geliştirildiği halkçı ve devrimci bir Cumhuriyet önümüzdeki en önemli görev olmalıdır. Bu ise, kuruluş yıllarındaki değerleri de içeren ve onu aşan -geçmişte her ne kadar sorunlu ve defolu yanları olsa da- devrimci demokratik bir Cumhuriyet anlayışıyla olur. Çünkü bugün ülkenin sorunlarına ucu sosyalizme varan bir perspektifle bakmadan, bu harami düzeninden kurtulmak hamhayal olacaktır. Kendimizi kandırmayalım.

Ötesi laf-ı güzaf...

*Mahir Çayan'ın yazılarında kullandığı bu kavram; Türkiye gibi yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde kapitalizm aşağıdan yukarıya doğru değil, tepeden inme ve emperyalizme bağımlı bir biçimde geliştiği için, bu ülkelerde kurulacak sözde "burjuva-demokratik" rejimler de asla kapitalizme sağlıklı geçiş yapmış ülkelerdeki (Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleri) gibi bir parlamenter demokrasiye  benzeyemez.