"Bana bakın, koluma bakın! Ektim ve biçtim, ve çiftliklerde çalıştım. Hiçbir erkek benimle yarışamazdı! Ve ben bir kadın değil miyim? Bir erkek kadar çalışır ve -bulabildiğimde- onun kadar yerim. Kırbaca da bir erkek kadar dayanırım! Ve ben bir kadın değil miyim..?”

Kadın Hareket(ler)inin hedefi nedir, sizce? Ya da feminizmin, kadın kurtuluş hareketinin, kadınların özgürlüğü hareketinin vb. vb. -hangi meşrebe göre, nasıl tanımlıyorsanız-?

Soruyu şöyle açımlayayım, dilerseniz. Ataerkinin külliyen tarihin çöplüğüne atılması… Kadınların erkekler ile tüm hak ve koşullarında eşitlenmeleri, yeniden üretime ilişkin etkinliklerin kadınlarla erkekler arasında eşit biçimde paylaşılması, ya da tümüyle topluma havale edilmesi/ toplumsallaştırılması… Hatta ne bileyim, gebelik ve doğumun rahim dışına taşınması, biyolojik anneliğin lağvedilmesi… Bütün bunların gerçekleştiğini varsaydığımız “ütopik” bir çağda “kadın hareket(ler)inden artık söz edilmeyecek, edilmesine gerek kalmayacak mıdır?

Yoksa kadın hareket(ler)inin esas hedefi, kadınların özgür ve eşit bireyler olarak, her alanıyla yaşamın örgütlenmesi faaliyetine, toplumsal kurtuluş, eşitlik, sosyalizm için mücadeleye katılmasını sağlamak mıdır?

Ve bir soru daha: Bu şıklardan biri gerçekleşmeden, diğeri mümkün müdür?

Yani kadınlar toplumsal kurtuluş, eşitlik ve özgürleşme mücadelesine katılmadan kendileri için eşitliği sağlayabilirler mi?

Ve Kadınların erkeklerle tam eşitliğe sahip olmadığı bir sosyalizm, gerçekten “sosyalizm” olarak tanımlanabilir mi?

Kestirmeden söyleyeyim, ben kadın hareketini, kadınların tüm fiziksel ve zihinsel çabalarının tek bir soruna, “kadınların kurtuluşu/ özgürleşmesi/ feminizm/ ataerkine karşı mücadele” vb.ne odaklanması olarak anlamıyorum. Bu anlamıyla kadınların kurtuluşu/ özgürlüğü/ ataerkinin lağvedilmesi vb. vb. yi bir “araç” olarak görüyorum. Kadınların yaşamın örgütlenmesine, özgürce katılmasının önündeki engellerin kaldırılmasına yönelik bir araç…

Amaç ise, kadın-erkek (ya da kendini nasıl tanımlıyorsa) herkesin, özgürce ve eşitlik içerisinde yaşayabileceği, kimsenin kimseye kulluk etmediği, kimseyi ezmediği, sömürmediği, paranın hükümranlığının son bulduğu, insanların yeti ve yeteneklerini hiçbir kısıtlamaya, engele tabi olmaksızın sınırsızca geliştirme olanaklarına sahip oldukları bir dünyayı kurabilme uğraşına katılmaları…

Tarih bize, biz kadınların kendi özgürlüklerimiz adına verdiğimiz mücadelelerin çoğu kez, ezilenlerin, sömürülenlerin tahakküm ve sömürüye karşı yürüttükleri savaşımlarla kesiştiğini gösteriyor.

ABD’de kadın hareketinin köleciliğe karşı verilen mücadele içinde boy verdiği, unutulmamalı…

Hatırlayalım mı? ABD İç Savaşından çok önce, 1830’larda, Afrika kökenli kölelerin ekonomisi köle emeğine dayanan Güney eyaletlerinden köleciliğin yasaklandığı Kuzey eyaletlerine kaçırılarak kurtarılması için Kuzeyli kölecilik karşıtlarıyla eski köleler “yeraltı demiryolları” oluşturmuşlardı. Kuzeyli beyaz ve Afrikalı kadınlar bu “demir yolları”nda etkin bir rol oynadılar.

Kölecilik karşıtı beyaz kadınlar, fuarlar, imza kampanyaları düzenleyerek, kitleler önünde söz alarak, köleciliğin tüm ülkede yasaklanması konusunda kamuoyu oluşturmaya çalışıyor, kaçak kölelere yiyecek, barınacak yer sağlıyor, onları saklıyorlardı. Afrika kökenli kadınlar ise kölelerin Güney’den Kuzey’e kaçırılmasında rehberlik dâhil her türlü desteği sağlıyordu.

Ancak hem beyaz kadınlar hem de Afrika kökenliler, bu faaliyetleri sırasında cinsiyetleri nedeniyle uğradıkları baskı ve ayırımcılıkla da baş etmek durumundaydı. Örneğin, Mayıs 1838’de Philadelphia Kölecilik Karşıtı Kadınlar Derneği’nin, hem Afrika hem de Avrupa kökenli kadın ve erkeklerin katılımıyla Pennsylvania Hall’de düzenledikleri Amerikalı Kadınlar Kölecilik Karşıtı Konvansiyon, kadınların kürsüden söz aldığı gerekçesiyle taşlı sopalı bir güruhun saldırısına uğramıştı…

Kadınlar köleciliğe karşı mücadele ederken, kendi hakları için ayağa kalkmasını da öğrenmişlerdi: “Köleciliğin ilgası için mücadele veren kadınlar, eril üstünlüğe karşı durmayı ve saldırganlık karşısında direnmeyi de öğreniyorlardı. Beyaz kadınlar siyahların kurtuluşu için mücadele edebilmek için kadınlar olarak kendi hakları için de sıkı bir mücadele vermek zorundaydılar. Kölecilik karşıtlığını desteklemek yeterince tartışmalı bir davranıştı; kadınların bu programa kamusal olarak katılımı, ‘doğal olarak düşmanlık yaratıyordu’...”

Ama Amerikalı siyah ve beyaz kadınlar, köleciliğe karşı mücadele ederken kendi özgürleşmelerinin de yolunu açıyorlardı…

***

Ya Parisli emekçilerin 1871 kalkışmasına önayak olan Parisli işçi kadınlar?

Malum, Paris Komünü, günde 1.50 frank için Ulusal Muhafızlar’a katılan yoksul erkeklerin sayısındaki hızlı atışın hükümeti endişelendirerek, onları silahsızlandırmak için üzerlerine askerleri sürmesi üzerine, Parisli yoksul kadınların askerlerin karşısına dikilmesiyle başlar. Kadınlar birkaç saat içerisinde, askerlerin silahlarını hükümete çevirmesini sağlamışlardır.

Oy kullanma, kamusal alanlarda boy gösterme hakkından yoksun olan kadınlar, Paris Komünü boyunca çok aktif görev ve roller üstlenir. Ayaklanma süresince Ulusal Muhafızlara üniforma ve cephane imal eder, barikatların inşasına katılır, aşçı ve hemşireler olarak cephe gerisinde çalışır, bu arada oluşturdukları kulüplerde sosyal bir cumhuriyet, kadınlar için siyasal haklar, boşanma hakkı, resmen evli olsun olmasın, Ulusal Muhafızların dullarına maaş bağlanması gibi talepleri savunurlar.

 Terziler, çizme yapımcıları, şapka imalatçıları, çamaşırcılar, karton imalatçıları, mücellitler, parfüm imalatçıları, öğretmenler… yani sıradan kadınlar, 2.5 aydan kısa süren Komün deneyiminde devleti yönetmeyi öğreniyorlardı… Bir başka deyişle, kendi kurtuluşlarıyla emekçilerin kurtuluşu arasındaki kopartılamaz bağları bir kez daha ilmek ilmek örüyorlardı… Komüncüler arasında hâkim olan ve, “kadınların fiziksel boyutlarının küçüklüğü ve cinsel eylemdeki edilginliğinin, güçsüzlüklerinin kanıtı olduğunu; tüm fiziksel özelliklerinin, tek işlevlerinin analık olduğunu kanıtladığını; beyninin ufaklığının, entelektüel madunluğunun göstergesi olduğunu öne süren ve tüm bunların erkeklerin kadınların efendisi olması gerektiğini kanıtladığını düşünen Proudhon’cu görüşlere rağmen...

Fransız burjuvazisinin Başkan Thiers’in Versailles’da topladığı güçleri Paris üzerine harekete geçirdiği “Kanlı Hafta”da kadınların katılımı zirveye ulaştı. Kadınlar doğrudan silaha sarılıp Komün’ü savunmaya çıktılar. Yenilgi kesinleştiğinde, Paris’i ateşe veren, yine kadınlar oldu. Çoğu çatışmalarda yitirmişti yaşamını. Komünün düşüşünün ardından 1051 kadın savaş konseyinin karşısına çıkartıldı. Bunların çoğu, göstermelik bir yargılamanın ardından kurşuna dizildi. Kadın Komünarlar’ın komutanı Louise Michel ise, Yeni Kaledonya’ya sürgün edilecekti…

Parisli kadınlar 70 küsur günlük Komün deneyiminde kendilerini özgürleştirmeyi öğrenmişlerdi. Ve Komün düştüğünde Fransa’ya (ve Avrupa geneline) hâkim olan gericilik, kadınların da yenilgisi oldu…

* * *

Ve 19. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan, kadınların oy hakkı için ısrarlı ve güçlü bir mücadele yürüten Süfrajet Hareketi… 1866’da kurulan ve Britanya’da kadınlara oy hakkı için mücadele eden Kadınların Oy Hakkı Ulusal Birliği (National Union of Women’s Suffrage Societies -NUWSS) -bünyesinde işçi sınıfı kadınlarını barındırsa da, ağırlıklı olarak hâli vakti yerinde, orta sınıf - burjuva kadınların talepleri üzerine temellenmekteydi. Birliğin temel talebi, kadınlara erkeklerle eşit koşullarda oy hakkı verilmesiydi. Ancak 1884 Halkın Temsili Yasası yalnızca mülk sahibi erkeklere oy hakkı tanıyordu. Bu ise, erkeklerin yüzde 40’ını oy hakkından yoksun bırakıyordu. Bir başka deyişle NUWSS’un talebi, fiiliyatta varlıklı sınıf kadınlarının seçme ve seçilme hakkına sahip olması anlamına gelmekteydi.

Bu durum, işçi sınıfı kadınlarının NUWSS’dan uzaklaşarak kendi “süfrajet” hareketlerini örgütlemelerine yol açtı. İşçi sınıfı süfrajetleri, oy hakkının hem tüm kadınlara, hem de mülkiyet koşuluna bağlı olmaksızın herkese, yani emekçilere yaygınlaşması talebiyle mücadele ediyorlardı. Ve kadın hareketi içinde olduğu kadar, sınıf hareketi/ sendikal hareket içerisinde de etkindiler. Örneğin Sylvia Pankhurst’ün kurucuları arasında olduğu Doğu Londra Federasyonu, kadınların oy mücadelesini daha iyi çalışma, barınma ve yaşam koşulları, eşit ücret, emeklilik hakları, hatta İrlanda’da özyönetim mücadelesiyle bağdaştırıyor, böylelikle eşitlik mücadelesini oy hakkının ötesine taşıyordu. Federasyon, polis şiddetini savuşturmak üzere küçük çaplı bir “halk ordusu” bile oluşturmuştu.

* * *

İşçi sınıfı kadınlarının süfraj hareketine katılması, dünyada sendikal hareketin çehresini değiştiren bir başka mücadeleyle, kadın işçilerin sendikalara katılma mücadelesiyle kolkola ilerliyordu. Britanyalı süfrajet Emma Paterson 1874’de, kadın terzi, mücellit ve daktilocuları kapsayan sonradan Kadın Sendikalar Ligası adını alacak olan Kadınları Koruma ve Şefkat Ligası’nı kurdu. 1875’de kadınlar sendikası, sendikal konfederasyon TUC’un kongresinde kurucusuyla temsil edilecekti - erkek sendikacıların kadınların sendika çalışmalarına ilişkin önyargıları, kırılmıştı…

1888’de Kadın Sendikalar Ligası “Eşit İşe Eşit Ücret” talebini TUC’un gündemine alınmasını sağladı. Bu talep o günden bu bugüne, dünyadaki tüm kadın emekçilerin talepleri arasında yerini alacaktı. Örneğin, 3 Kasım 1929 tarihinde greve giden Kastamonu Orman İşletmeleri Şirketi’nin 2000 kadın işçisinin temel talebi, erkek işçilerle eşit ücret alabilmekti. (4 Kasım 1929 tarihli The Globe haberi)

* * *

Topyekûn “özgürleşme” mücadelesine katılırken kendi yaşamlarını da köklü biçimde dönüştüren kadın hareketlerine en çarpıcı örnek, sanırım 20. yüzyılın şafağında harekete geçen Rusya işçi kadınlarıdır. Daha 1878’de St. Petersburg’daki Novaya Pryadil’na fabrikasında patlak veren grevde ön saflarda onlar vardı. Orekho-Zeyevo’daki 1885 tekstil işçileri grevinde fabrika binalarının tahrip edilmesi, Çarlık yönetimini kadın ve çocukların gece çalıştırılmasının yasaklamaya yol açtı.

1895’de Yaroslav fabrikasındaki “Nisan Ayaklanması” kadın dokumacıların öncülüğünde başlamıştı. 1896 yazındaki St. Petersburg dokuma işçilerinin tarihsel grevinde ise tezgâhları ilk terk eden, onlar oldu.

Bu grev ve gösterilerde Rusya’nın çehresini değiştirirken, kendilerini de dönüştürdüler: bir kuşak öncesinin aile kölesi mujikleri, kitleleri coşturan, bildiriler kaleme alan, güvenlik güçleriyle çatışan militanlara dönüşmüştü.

İlginç olan şu ki, kadın işçilerin eylemlerine özgül talepleri giderek daha çok damgasını vurmaktaydı. 1905-1907 grev talepleri arasında ücretli doğum izni, emzirme izni ve fabrikalarda kreş açılmasından söz etmeyen tek bir belgeye rastlanamaz. Ama dahası da var: kadın işçiler ustabaşları ve patronların taciz ve istismarlarına karşı da eylemlere girişmekteydi:1913’de Moskova’daki Grisov fabrikasında patlak veren grevin gerekçesi, “fabrika yönetiminin tutumu, kabul edilebilir gibi değil. Ancak fuhuş sözcüğüyle tanımlanabilir” idi. Kadın grevcilerin talepleri arasında, doğum/emzirme izni, eşit işe eşit ücret vb.nin yanı sıra, “özellikle kadın işçilere kibar davranılması, küfrün yasaklanması”nın yer alması giderek yaygınlaşıyordu; 1911’de Yartsev’deki Khludovsky fabrikasında 5000 işçiyi greve çıkartan olay, ustabaşlardan birinin kadın işçileri taciz etmesiydi…

Kadınları yığınsal olarak proletaryaya çeken 1914 savaşı, kadın militanlığını daha da yoğunlaştıracaktı. Çünkü savaş hayatı daha da zorlaştırmıştı. Petrograd’da büyük çoğunluğu kadınlardan oluşan ekmek kuyrukları kilometreleri bulmuştu. Ve Bolşeviklerin “Erkeklerimizi geri getirin!” sloganı, kentlerde olduğu kadar kırsalda da yankılanıyordu.

Savaşın ilk birkaç ayının şaşkınlığı ve şoven havasını dağıtan, yine kadın emekçiler olacaktı. 6 Nisan 1915’te Petrograd’da et satışları bir günlüğüne askıya alındığında, kadınlar büyük kasap dükkânlarının vitrinlerini aşağı indirerek tezgâhları yağmaladılar; aynı sahne iki gün sonra ekmek kıtlığı nedeniyle Moskova’da tekrarlanacaktı.

Bunu “ekmek grevleri” izledi: Haziran 1915’te İvanovo-Voznesensk’deki grev, “un grevi” olarak anılır. Bir ay sonra ise, kadınlar savaşa son verilmesi, cezaevlerindeki işçilerin serbest bırakılması için sokaklara döküldüler. Polis müdahalesi başladığında, kendilerini güvenlik güçlerinin önüne atanlar da onlardı.

Açlık, yokluk, savaş, kadın yığınlarını tarihin ön saflarına iter. Şubat devrimini başlatanlar, onlar olacaktır. 1917’nin 8 Mart’ında…

Başlangıçta hiçbir radikal partinin o gün olay çıkartmaya niyeti yoktu. Her 8 Mart gibi, alanlarda toplanılacak, bildiriler dağıtılacak, konuşmalar yapılacaktı. Ancak 8 Mart (23 Şubat) sabahı Petrograd’lı birkaç yüz dokuma işçisi kadın, bir günlük siyasal grev çağrısı yapma kararı aldı. Aralarından seçtikleri temsilcileri komşu fabrikalara gönderdiler. 23 Şubat öğlen vakti, işçi kadınların grevine 90 000 işçi katılmıştı. Bolşevikler kadınların çağrısına uymak zorunda kaldılar… Grevci işçiler kenar mahallelerden kent merkezine doğru yürürken sabahtan beri ekmek kuyruğunda bekleyen kadınlar katıldı onlara. Hep birlikte Belediye Duma’sının önüne yöneldiler.

Sokaklar gün boyu insan kaynadı. Her köşede toplaşıp dağılan kalabalıklar ekmek, barış ve daha yüksek ücret taleplerini haykırıyorlardı: “Ekmek yoksa çalışma da yok!”

1917 Şubat devrimi başlamış, Çar devrilmişti.

* * *

Kadınları kitlesel olarak devinime geçiren bir başka büyük toplumsal dönüşüm, Çin devrimi oldu. Binlerce yıl boyunca Konfüsyüsçü “evlat takvası” ilkeleri (“kadınlar kocalarına, uyruklar yöneticiye, evlatlar babalarına itaat etmelidir”) çerçevesinde toplumsal hiyerarşinin en alt katmanlarında tutulmuş, alınıp satılabilen, küçük yaşta evlendirilen, öldürülebilen, eşlerinden sürekli dayak yiyen kadınların, özellikle de işçi ve köylü kadınların yaşamlarını hızla ve radikal bir biçimde dönüştürdü. Devrimin ilk yılında kadınların toplumsal üretime katılması önündeki tüm yasal ve kültürel engeller kaldırılırken, geleneksel olarak kadınların sırtında olan yeniden üretim görevleri, kreşler, toplu yemekhaneler, çamaşırhaneler aracılığıyla sosyalleştiriliyordu. 1950 tarihli Evlilik Yasası ise düzenlenmiş evlilikleri, fuhşu, çocuk evliliklerini ve çokeşliliği yasaklayıp evliliği ve boşanmayı çiftlerin özgür iradesine bıraktı.

Gail Hershatter’in aktardığı köylü kadın Feng Gaixia’nın öyküsü, kadınların yaşamlarını hızla dönüştüren bu devrimci sürece nasıl katıldıklarını gösterir. Feng 1949’da 14 yaşındayken ailesi tarafından hiç tanımadığı bir adamla evlendirilmişti. Kurtuluş sürecinin ardından bir aktiviste dönüştü ve Kadınlar Federasyonu’nun başına geçti. Partinin evlilik politikasından federasyon aracılığıyla haberdar olmuştu. Ailesinin itirazlarına rağmen evliliğini bozdu. “Ama korkmuyordum, çünkü Kadınlar Federasyonu yöneticisiydim. Onu eğittim. Ona Evlilik Yasası’nı anladığımı söyledim. Artık kadınlar özgür ve ben de sevdiğim kişiyi kendim seçeceğim; bu iletişim kurabileceğim, yaşamımı paylaşabileceğim, ortak bir dile sahip olacağımız biri olacak.”

* * *

Tekrar ediyorum: kadınlar toplumu eşitlikten, özgürlükten, barıştan yana dönüştürme mücadelesine katıldıkları sürece kendilerini dönüştürür, özgürleştirirler…

Bugün bu gerçekliği tekrar tekrar yaşıyoruz.

Neoliberal kapitalizm ve bu sistemin getirisi sürekli ve çok-katmanlı krizler kıskacındaki dünyada, yoksullaşan, yoksunlaşan, geleceksizleşen halklar son yıllarda birbiri ardısıra itirazlarını toplumsal patlamalarla ortaya koyuyorlar.

İşaret fişeğini 1994 yılında Meksika ile ABD arasında İmzalanan “Serbest Ticaret Anlaşması”na karşı Lacandone ormanlarının derinliklerinden çıkagelerek San Cristobal de las Casas kentini işgal eden Zapatist Maya yerlilerinin çaktığı toplumsal patlamalar, görünüşte farklı gerekçelerle, yeryüzünü sardı. Kronoloji gözetmeksizin örnekleri sıralayayım: New York’da “Wall Street’i işgal et”… Brezilya’da toprakları işgal eden köylü Topraksızlar hareketi… 2008’de polisin Atina’da bir genci kurşunlayarak öldürmesine yönelik protestolarla başlayıp tüm Yunanistan’ı saran ayaklanma… 2011’de İspanya’yı kasıp kavuran Öfkeliler hareketi… Bir buçuk ay boyunca coğrafyamızda kent meydanlarını saran Gezi direnişi… Fransa’nın “Sarı Yelekliler” Ayaklanması… Ermenistan (2018)… Cezayir, Sudan, Hong Kong, Bolivya, Şile, Kolombiya, Ekvador, Mısır, Almanya, Gine, Haiti, Hong Kong, Endonezya, Irak, Holanda, Zimbabwe, Hindistan, Sri Lanka…

Gerekçeler farklı farklı da olsa, bu “patlamalar” iki temel noktayı paylaşıyor. İlki, tepkilerin (çıkış noktası ne olursa olsun) neoliberal siyasaların yol açtığı küresel boyuttaki eşitsizlik, yoksullaşma, yoksunlaşma, dışlanma cenderesinde sıkışmış toplumsal kesimlerin öfkesinden kaynaklandığı.

Bu saptamayı burada tartışmak, yersiz… Ancak ikinci ortak nokta konumuz açısından önemli. Bu ayaklanmaların hemen tümünde kadınlar ön saflarda yer alıyor… Ve yalnızca toplumsal eşitsizliklere, yoksullaşmaya, yoksunlaşmaya, dışlanmaya karşı çıkmakla kalmıyor, protestoların gündemine kendi gündemlerini de eklemeyi başarıyorlar.

Örneğin temel ihtiyaç maddelerindeki fahiş fiyat artışlarına, uyuşturucu kartellerinin dizginlerinden boşanmış şiddetine karşı sık sık sokak gösterilerine sahne olan Meksika’da kadınlar 2020 Mart’ında yığınsal olarak sokaklara indiler. Tırmanan şiddetin kadınlara getirisi, 1990-2000’li yıllardan 2020’ye beşe katlanan kadın cinayetleriydi. 2020 yılında Meksika’da günde ortalama 10 kadın, katlediliyordu. Şubat 2020’de 25 yaşındaki Ingrid Escamilla ile 7 yaşındaki Fatima Cecilia’nın öldürülmesi, kadın gruplarının genel eylem çağrısı çıkartmalarına yol açtı: “Bizsiz bir gün”… Kadınlar 9 Mart günü okula, işe, pazara, mağazalara, restoranlara vb. gitmeyecek, ev işi yapmayacak, sosyal medyadaki faaliyetlerini askıya alacak… kısacası yokmuş gibi davranacaklardı.

Meksikalı kadınların son yıllarda tırmanan kadına yönelik şiddete ve kadın cinayetlerine karşı yükselttikleri mücadele ve 2020 kadın grevi, bugün kadınların mücadelesini Meksika’daki toplumsal mücadelelerin ve taleplerin ayrılmaz bir parçası kıldı. Machismo’suyla kötü şöhret sahibi bir halk bir yandan neoliberal sistemin küresel ölçekli yıkımıyla baş etmeyi, ama aynı zamanda kendi eril şovenizmiyle yüzleşmeyi öğreniyor…

2019 protestolarının neoliberal iktidarı yıktığı Şili’de kadınların bedenlerine yönelik saldırılara karşı başkaldırılarını simgeleyen ve dünya kadınlarınca paylaşılan Las Tesis de benzer bir dönüşüme işaret ediyor. Kolombiya’da yıllar süren iç savaşı sonlandırmaya yönelik protestolardaki güçlü kadın varlığının, FARC ile hükümet güçleri arasında imzalanan barış anlaşmalarının çatışma sürecindeki cinsel saldırıların af kapsamı dışında bırakılması ve toprakların dağıtımında kadınlara öncelik tanınmasına yol açması da öyle…

Sudan’da Ömer El Beşir iktidarının buğday ve akaryakıt sübvansiyonlarını kesme kararı (2018) ve izleyen zam yağmuru, yıllardır alttan alta kaynayan öfkenin suyüzüne çıkmasına, sonunda 30 yıllık tek adam rejiminin devrileceği bir halk ayaklanmasına yol açtı. Kadınlar Sudan protestolarında da ön saflardaydı. Gösterilere katılıyor, oturma eylemleri düzenliyor, ajitasyon faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Öyle ki, Sudan “devrimi”, 22 yaşındaki Alaa Salah’ın beyaz giysiler içinde, bir aracın üzerinden halka seslenirken çekilen görüntüsüyle anılır olacaktı. Ama kadınlar diktatörün devrilmesiyle evlerine dönmediler. “Yeni” düzenin biçimlenişi sürecinden dışlanmamak için örgütlenmeyi, mücadeleyi sürdürdüler, sürdürüyorlar. Kadınlar Sudan ayaklanmasını, Sudan ayaklanması kadınları dönüştürdü, dönüştürüyor…

Lübnan’da 2019’da hükümetin “Whatsapp üzerinden yapılan görüşmelere vergi getirilmesi” kararının tetiklediği halk ayaklanmasında, 5.5 milyon nüfuslu ülkede en az 2 milyon kişi sokaklara dökülmüştü. Protestolar hükümetin istifasının ardından da dinmedi ve köklü bir düzen değişikliği talebine evrildi.

Son yılların tüm toplumsal kalkışmalarında olduğu üzere Lübnan’da da kadınlar başı çekti. Göstericilerin yarıdan fazlasını onlar oluşturuyor, katılımcılara yönelen polis güçlerinin karşısına dikilerek bir insan siperi oluşturuyorlardı. Lübnan Komünist Partisi Gençlik Merkez Yönetim Kurulu’ndan bir üyenin sözlerine göre, “Maddi baskılar, aile baskıları, toplum algılarının onlara dayattıkları ve devletin tamamen kadınlara karşı bir tutum sergilemesi kadınları radikal güçlere çevirdi. Kadınların daha ilerici söylemlerle buluşması, talepleri ve mücadeleyi bölmeye yönelik liberal yaklaşımı gölgeleyebilme potansiyeline sahip.”

Kadınlar mücadeleyi Hariri’nin devrilmesiyle bırakmadılar. Bugün Lübnan’da daha güçlü bir örgütsel temsiliyet için mücadele ediyor, yaşamın örgütlenmesinde “biz de varız!” diye haykırıyorlar…

Hindistan’da kadınlar son yıllarda yoğunlaşan “toplu tecavüz”lerden, 2019’da ırkçı Mondi iktidarının gündeme getirdiği “Yurttaşlık Yasası”na, varlıklarını tehdit eden tüm “bela”lara karşı sokaklarda, alanlardalar.

Çoğunlukla kurbanların ölümüyle sonuçlanan toplu tecavüzler genellikle kadınların yükselen itirazlarını bastırmanın ve onları “yola getirmenin”, sindirmenin/ cezalandırmanın bir aracı olarak görülüyor. Ancak görünen o ki, Hintli kadınlar kendilerini toplumsal hiyerarşinin en altında, suskun, uysal ev köleleri olarak konumlandıran geleneklere meydan okumaktan vaz geçmeyecekler. Sinip susmaktansa, her tecavüz vakasından sonra daha yığınsal olarak, daha gür sesle sokaklara dökülüyorlar.

Ülkenin en “alttakiler”i olarak görülen ve Mondi iktidarıyla birlikte şahlanan Hindu şovenizminin hedefindeki Müslüman kadınlar da ayakta…

Onlar 2019’da Narendra Mondi iktidarının gündeme getirdiği ve Müslümanları, özellikle de kayda geçmemiş milyonlarca Müslüman kadını yurttaşlık kapsamı dışında bırakacak “Yurttaşlık Yasası”na karşı protestolarda başa düştüler. Meydanları işgal ettiler, günler boyu süren oturma eylemleri düzenlediler, toplu mutfaklar, okullar örgütleyerek göstericilere lojistik destek sağladılar -yüz binlerce Hindu kadın bu protestolara omuz verdi… The Guardian, bu gösterilerin, çoğu katılımcının ilk siyasal deneyimi olduğuna dikkat çekiyor[8]…

Kadınların dünyayı nasıl değiştirdiğinden söz ederken İran’ı anımsamamak mümkün mü?

İran’da halk bir cendereye dönüşen molla rejimine karşı yıllardır ayakta. Ve on yılı aşkın süredir İran’da birbiri ardı sıra patlak veren isyanlarda siyasal İslâm’ın münhasır hükümranlık alanı olarak gördüğü bedenleri ve varlıkları üzerindeki dayatmalara karşı çıkarak bedenleri ve yaşamları üzerinde karar yetisini kendi ellerine alma mücadelesindeki kadınlar bu mücadelelerde başı çekiyor. Mahsa Amini’nin “hicabı şeri hükümlere uygun değil” diye ahlâk polisi tarafından dövülerek öldürülmesinden sonra patlayan ve halka halka hem tüm ülkeye hem de tüm alt ve orta sınıflara yayılan öfkeyi tetikleyenler, onlardı. Yüzlercesi molla rejimi tarafından katledildi, yüzlercesi sakatlandı, binlercesi hâlen işkence gördükleri zindanlara tıkıldı. Ve göstericiler üzerine yağan gerçek mermilere rağmen hâlâ katılıyorlar protestolara - tüm varlıklarıyla.

Ve İranlı kadınlar mücadele ettikçe bedenleri ve varlıkları üzerindeki cenderenin çok daha kapsamlı bir hükümranlığın bir parçası olduğunu kavrıyorlar. Sorun “hicap” sorunu olmaktan çoktan çıktı. Şimdi İranlı kız kardeşlerimiz yoksulluğa, yoksunluğa, yolsuzluklara, otokrasiye, etnik ayırımcılığa, sömürüye karşı kendi hayatlarını ve ülkeyi değiştirmek için topyekûn bir kavganın içindeler…

* * *

Son olarak “bizim coğrafya”ya göz atalım mı?

Kürt kadınlardan başlayalım… Türk modernizminin gözünde “feodalitenin suskun kurbanları”ydılar, “geriydiler, “ağalık sistemi”nin indinde bir “mal”dan öte değerleri yoktu, “töreler”in kölesiydiler, “cahil”diler, başlık parasına küçük yaşta evlendirilir, hayatları boyunca tarla-tapanda ırgatlık, evde avratlık yapar, bol bol çocuk doğururlardı… Okumuş, meslek sahibi, seçme-seçilme hakkını elde etmiş, milletvekili-bakan olabilen “modern” Türk kadınının “alter ego”su…

“Ulusal Uyanış” savı, Kürt kadınların hem gerçeğini hem de imgesini kökten değiştirdi. V. İ. Lenin’in deyişiyle, “en geri” olan “en ileri”ye geçiverdi. Kürt kadınlar, hem cinsel, hem ulusal hem de sınıfsal mücadelelerin ön saflarında yer aldılar. Militanca mücadele edeni de var, meclis kürsüsünden meydan okuyanı da; koca kentleri yöneteni de, üniversitede ders vereni de var; ressamı da, tiyatrocusu da; cezaevinde, mahkeme salonunda dimdik duranı da var; geleneksel fistanlarıyla meydanları dolduranı da… Rojava’da olanlar, kadınların kendi yaşamlarının dizginlerini ele aldıklarında, neler yaratabileceklerini gösteriyor - bir halk, kadınları eliyle ataerkil kültürü dönüştürme uğraşı veriyor…

Suyun Batı yakasına gelince… Kadınların toplumsal protestolara yoğunlaşan katılımı, “Gezi kalkışması”nda dikkatleri çekti ilkin. Gezi ayaklanması bugün en çok “Kırmızılı kadın”, “siyahlı kadın”, “dans eden kadın”, “sapanlı teyze”, barikatın gerisindeki maskeli kadın militan gibi kadın imgeleriyle anımsanıyor…

2016 darbe girişimi ve onu izleyen, toplumsal muhalefetin şiddetle bastırıldığı (Başkanlık sistemiyle kalıcılaştırılmış) OHAL yıllarında kadınlar sokakları terk etmediler: tacize-tecavüze karşı, kadın cinayetlerine karşı, İstanbul sözleşmesinden çıkılmasına karşı… 25 Kasım’larda “Geceleri de sokakları da istiyoruz” diyebilmek için… Sokaklardan, meydanlardan vazgeçmediler…

Bu coğrafyada kadın mücadelesinin yeni aktörleri işçi kadınlar. Aslı sorulursa, işçi hareketinde ta başından beri vardılar… Ama 2000’li yıllarda boyveren işçi eylemlerinde, direnişlerinde çok daha etkin, çok daha görünürler. Flormar, SML Etiket, Xiaomi Salcomp, Nelteks, Westmode Tekstil, Farplas, Nersoy Tekstil, Amazon Depo, ETF Tekstil, Technomix, Migros Depo ve en son patronun zehirlemeye kalkıştığı Barutçu Tekstil direnişçileri… Direnişin bir “erkek zanaati” olmadığını gösteriyorlar dosta düşmana. Emekleri için direnirken, kadınlar olarak yaşadıkları ayırımcılıkları, uğradıkları mobbingleri, tacizleri, yalnızca patronlar indinde değil, kendi sınıf kardeşleri arasında da “ikinci sınıf” varlıklar olarak kodlandıklarını görüyor, işçi örgütlerinin “machismo”sunu kırmayı da katıyorlar gündemlerine… Sendikalara üye oluyor, yönetim kademelerine gelmek için mücadele ediyorlar.

Evet, tüm dünyada olduğu gibi bu ülkede de biz kadınlar emeğimiz, bedenimiz ve kimliğimiz üzerindeki eril tahakküme karşı direniyoruz.

Ama direnişimiz yalnızca eril tahakküme, yalnızca “ataerki”ne karşı değil… Önemli olanın ataerkine karşı mücadeleyi tüm sömürü ve tahakküm biçimlerine karşı mücadelelerle harmanlayabilmek olduğunun bilincine varan bir kadın hareketi boyveriyor bu topraklarda. Yaşamlarını değiştirmek için uğraşan kadınlar, ezilenlerin, sömürülenlerin kavgalarına el uzatıyor. Kendilerini “Ev hanımıydım, evimdeydim. Çocuklarımı yedirirdim, içirirdim, dokurdum, giydirirdim, hayatım böyle geçerdi. Bir gün oldu ki, çocuğum politik faaliyetlere katılmaya başladı ve gözaltına alındı. Benim de dünyam değişti o zaman” diye tanımlayan Cumartesi Anneleri, uzun soluklu mücadelelerinin sonunda, “Biz burada aynı zamanda birer insan hakları savunucusu da olduk. Devletin şiddetine uğrayan, devletin baskısını gören herkesle bir akrabalık hissediyoruz. Hak mücadelesi, adalet mücadelesi yürütenlerle birlikte oluyoruz. Gezi döneminde öldürülen insanların dava süreçlerinde Cumartesi Anneleri olarak yanlarında olduk, destek verdik. Cumhuriyet Gazetesi yazarlarının tutukluluk süreçlerinde ailelerinin yanında olduk, gazetenin yanında olduk. Ankara Gar’ında patlatılan bombalarda ölen, Galatasaray Meydanı’nın da insanı olan sekiz arkadaşımız var. Biz, bu ülkede adaletin bir an önce gerçekleşmesini istiyoruz. Herkes için adalet istiyoruz. Biz, mezarsız ölülerimize en büyük armağanın savaşsız, silahsız ve barış içinde yaşanılacak bir ortamın olacağını düşünüyoruz,” diyorlar artık, örneğin. Termik santral inşaatı için yöredeki zeytin ağaçlarının kesilmesine karşı erkeklerle birlikte mücadele eden Yırcalı (Soma) köylü kadınlar, “baba-koca eline bakmaktan bir nebze olsun kurtulmak” için kendi aralarında örgütlenerek sabun üretip pazarlayacakları bir atölye kuruyorlar…

Bir zamanlar savaşımlarını “erkek egemenliğini ortadan kaldırmak” olarak tanımlayan, “Benim kimseyi kurtarmak gibi bir derdim yok…” İşçi sınıfı kadınların öncülüğünde birleşsin...” söylemlerine sarılan feminist hareket, artık toplumun diğer ezilenleriyle, sömürülenlerle, itiraz edenlerle buluşuyor: Kürtlerle, azınlıklarla dayanışma, direnen işçileri ziyaret, farklı cinsel yönelimlerin tanınma mücadelelerine omuz verme, ekoloji hareketlerine destek…

Kadın mücadelesinin emekçilerle, Kürtlerle, köylülerle, Alevîlerle, farklı cinsel yönelimden bireylerle, özetle tüm sömürülen ve ezilenlerle buluşması, verimli bir zemine işaret ediyor. Günümüzde vardığı noktada kadın hareketi, hiçbir kompleks, ikircim duymadan, eril şiddete, dayağa, kadın cinayetlerine karşı durduğu kadar emeğin sömürüsüne, Kürtlerin ezilmesine, Alevîlerin asimilasyonuna, LGBTİ bireylere yönelik ayırımcılığa, doğanın talanına, savaşa, militarizme, yoksulluğa, baskılara da karşı konumlandırabiliyor kendini. Kadınların işçi-emekçi, Kürt, Alevî, köylü, devrimci, yoksul, LGBTİ… kısacası bu coğrafyanın ezilen-sömürülenleri olarak her türlü tahakkümü katmerli yaşadıklarının bilinciyle…

Pedlerin ücretsiz dağıtılması talebi ile savaş karşıtlığı, geceleri sokaklarda korkmadan yürüyebilme arzusu ile termik santrallere itiraz, İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmemek ile Kanal İstanbul’a karşı çıkmak, “Bedenimiz bizimdir” ile “İşten çıkartılan arkadaşlarımız geri alınsın”, nafaka hakkına yönelik saldırıya itiraz ile Kürt gençlere, Suriyeli sığınmacılara yönelik nefret suçlarına “dur” diyebilmek arasındaki mesafe hiç de uzun değil. Nihayetinde sınıflı sömürü sistemi olarak kapitalizm, eski-yeni tüm tahakküm biçimlerini (sınıfsal, etnik, cinsel, kültürel…) harmanlayarak temellük edebiliyorsa, eşitlikçi-özgürlükçü bir dünya kurabilme peşindeki muhalif hareketlerin de benzer bir yeti sergilemesi gerek.

Ve tarih, kadınların yaşamı eşitlikten, özgürlükten yana dönüştürme mücadelesine katıldıkça kendilerini de özgürleştirdiklerinin yanığıdır…

Fotoğraf: radikal.com.tr