Evrensel Yazarı Yusuf Karadaş, Murathan Mungan’ın Yılmaz Güney’i anması üzerine Farah Zeynep Abdullah’ın başlattığı tartışmaya ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Saldırıların, Güney’in temsil ettiği temsil ettiği sanatsal-kültürel-ideolojik değerlere yönelik olduğunu ifade eden Karadaş, “Oyuncu, senarist ve yönetmen olarak sadece Türkiye değil, dünya sinemasında da önemli bir yere sahip olan Yılmaz Güney’i hedefe koyanların yazıp söylediklerine bakınca gerçek niyetlerinin onun temsil ettiği sanatsal-kültürel-ideolojik değerlerle hesaplaşmak olduğu görülüyor. Bu hesaplaşma için çalkantılar içinde geçen hayatındaki değişim-dönüşüm göz ardı edilerek ona saldırmak için malzeme olabilecek öğeler öne çıkartılıyor” dedi.
İktidara yakın medya mensuplarının tartışmaya “heves”le katıldığını anımsatan Karadaş, “Güney’i hedefe koyanlar, onun hayatının bir dönemine damga vuran ve kişisel dönüşümünde de etkili olan yanlışlarını (Kadın dövmesi ve işlediği cinayeti) toplumcu gerçekçi sineması ve sosyalist kimliğiyle hesaplaşmak için öne çıkarıyorlar” ifadelerini kullandı.
Yusuf Karadaş’ın Evrensel’de yayımlanan yazısının bir bölümü şöyle:
Modern edebiyatımızın önemli isimlerinden Murathan Mungan’ın, Yılmaz Güney’i ölüm yıl dönümünde anarken yazdıkları Güney’e karşı yeni bir linç kampanyasının dayanağı yapılmaya çalışılıyor. Oyuncu, senarist ve yönetmen olarak sadece Türkiye değil, dünya sinemasında da önemli bir yere sahip olan Yılmaz Güney’i hedefe koyanların yazıp söylediklerine bakınca gerçek niyetlerinin onun temsil ettiği sanatsal-kültürel-ideolojik değerlerle hesaplaşmak olduğu görülüyor. Bu hesaplaşma için çalkantılar içinde geçen hayatındaki değişim-dönüşüm göz ardı edilerek ona saldırmak için malzeme olabilecek öğeler öne çıkartılıyor.
Oyuncu Farah Zeynep Abdullah’ın Mungan’ın paylaşımına Yılmaz Güney’in “kadın döven” biri olduğu yanıtını vermesi sonrasında Fatih Altaylı da 23 yıl önce yazdığı ve Güney’i “Türkiye’nin Avrupa’daki imajını yerle bir eden bir katil” olmakla suçladığı yazısını yeniden hatırlattı. Ahmet Hakan da Yılmaz Güney’in “dokunulmazlığının” kaldırılması gerektiğini söyleyerek tartışmaya katıldı. Hakan’ı yine iktidarın çöplüğünden beslenen Yeni Şafak, Akit gibi diğer medya organlarındaki yazarların Güney üzerinden “sol-sosyalist değerler”i hedefe koyan yazıları takip etti.
Özetle Güney’i hedefe koyanlar, onun hayatının bir dönemine damga vuran ve kişisel dönüşümünde de etkili olan yanlışlarını (Kadın dövmesi ve işlediği cinayeti) toplumcu gerçekçi sineması ve sosyalist kimliğiyle hesaplaşmak için öne çıkarıyorlar.
Yıllar önce tek yeteneği cehaletinden aldığı cesaretle sol-sosyalist değerlere saldırmak olan Rasim Ozan Kütahyalı da Deniz Gezmiş’e karşı benzer bir saldırının öncülüğünü yapmış, ‘68 devrimci hareketinin Kemalizm’in antiemperyalizmini sahiplenmesi üzerinden Denizlerin yaşasalardı bugün “darbeci”, “Ergenekoncu” olacaklarını savunmuştu. Üstelik Deniz ve arkadaşlarının kurdukları Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) daha 1971’de “faşist bir darbe” olarak niteledikleri 12 Mart muhtırasına karşı ilk ve en net tutum alan grup oldukları halde! Çünkü Kütahyalı ve bugün Yılmaz Güney’e saldıranlar, gerçekleri kendi tarihsel-toplumsal koşulları içinde anlamaya-açıklamaya değil, bu gerçekleri hizmetinde oldukları rejimin/iktidarın çıkarlarına uygun bir biçimde yeniden yorumlamaya, bu ihtiyaçlara uygun biçimde yeniden yazmaya çalışıyorlar.
Yeni Şafak Yazarı İsmail Kılıçaslan’ın “Görünen o ki Yılmaz Güney isimli tanrılarının fanusunda hafif bir çatlak oluştu. Darısı Mahir’inden Deniz’ine, diğer tanrı ve tanrımsıların başına” sözleri iktidar yandaşlarının asıl karın ağrısının ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Daha önce Akit Yazarı Ali Karahasanoğlu da Tele1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın Öcalan’a yönelik ‘tecrit’ uygulamasına karşı çıktığı için tutuklanmasından sonra yazdığı yazıda Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un (üç fidan) ve Yılmaz Güney’in halk arasında ‘kahraman’ olarak görülmesinden duyduğu rahatsızlığı ortaya koyup onların temsil ettikleri devrimci değerlere kinini kusmuştu.
Bu öfke ve kin sebepsiz değil. Düşünün ki karşımızda 20 yılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten; vakıf, cemiyet, dernek vb. adı altında örgütlenen dini tarikat ve cemaatler üzerinden eğitim, kültür, aile/kadın başta olmak üzere toplumu çok yönlü bir kuşatma altına alan bir iktidar var. Ancak bu iktidar bunca kuşatmaya rağmen “kindar ve dindar nesiller” yetiştirme konusunda hedefine ulaşamıyor, Erdoğan’ın deyimiyle “Fikri iktidarını tesis edemiyor.” Bu nedenle karşı karşıya olduğumuz bu kin ve öfke, aslında devrimci değerlerin sembolü haline gelen isimlerin halkın gönlünden sökülememesinin yarattığı çaresizliğin dışa vurumundan başka bir şey değil.
Üstelik burjuva muhalefetin bu kadar dağınık ve etkisiz olduğu bir dönemde devrimci-sosyalist değerleri temsil eden isimlerin halk arasında ‘kahraman’ olarak görülmeye devam etmesinin iktidar ve medyadaki sözcülerini fazlasıyla rahatsız edip korkuttuğuna da şüphe yok.
O yüzden tartışmanın nasıl başladığından bağımsız olarak iktidarın medyadaki memurlarının “zayıf halka” olarak gördükleri Yılmaz Güney’e karşı sürdürdükleri bu saldırı, toplumu kendi sanatsal-kültürel-ideolojik kodlarına uygun bir biçimde dönüştürme hedefinden bağımsız düşünülemez.
Bu kodlar; işçi ve emekçilerin her türlü hak eylemini “bizim tarih ve geleneklerimize yabancı” ilan edip işçinin hakkını “mümin patronun iki dudağı arası”na teslim ediyor. Yeni Osmanlıcı yayılmacılığı hak ama Kürtlerin ulusal eşitlik isteğini kökü dışarıda ve bu nedenle zorla ezilmesi gereken bir arayış olarak görüyor.
Yazının tamamı burada.