Türkiye'de solun neden örgütlenemediği geçmişten bugüne uzunca bir süredir tartışılan, üzerinde hep uzun uzadıya düşünülmesi gereken bir sorun olarak varolagelmiştir.
Bu konuda solun değişik kesimleri tarafından sürdürülen tartışmalarda çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Bunların birçoğunun haklılık payı olmakla birlikte her parti, kurum ya da örgüt kendini bu tartışmaların dışında bir yerde konumlandıran bir tavır takınmıştır. Ortada bir yengi ya da başarı olduğunda herkes onu sahiplenirken, bir yenilgi ya da başarısızlık olduğunda ise bunu kendi yenilgisi olarak görmemiş, kendisinden azade olarak değerlendirmiştir. Bir çeşit küçük burjuva çocukluk hastalığı olarak da nitelenecek bu durum, solda yaygın bir
"örgütsel" tavır halini almıştır ve örgütlenmenin önündeki gerçek sorunların üzerini örterek solun gelişmesinin ve toplumsal bir alternatif olarak var olmasının önünde set oluşturmuştur. Burada problem, solun içinde var olan zaaflar ya da aksaklıklar mıdır yoksa solun toplumsal bir alternatif olarak var olamamasının nedeni temelde dışsal faktörlerin (konjonktürel) ağır basması mıdır?
Genel olarak ifade edersek tüm bunların değişik düzeylerde etkisi vardır diyebiliriz...
Felsefi açıdan bakarsak, diyalektik bakış açısına göre bir şeyin gelişmesinin önündeki en büyük engel o şeyin içsel çelişkileridir. Dışsal çelişkiler ise içsel çelişkilere göre talidir ve içsel çelişkileri tetikleyen ve değişime zorlayan bir role sahiptir. İşte solun bazı kesimlerinin tüm bu değerlendirmeleri yaparken sübjektivizme ya da öznelliğe batmasının en büyük nedeni bu diyalektik gerçeğin üzerinden kolayca atlanmasıdır.
Çünkü sol/sosyalist birçok örgüt ve oluşumun dağınık ve çok parçalı yapısı esas problemin içsel olduğu gerçeğini bize her defasında göstermektedir. Bu gerçeğin üzerine sosyalist partilerin kendi iç organizasyonlarının sorunlu olması, sıkıcı ve uzun süren tüzük ve kongre yapma hastalığı, çok programatik kalan, toplantı ve kongrelerde kendini sürekli tekrarlayan ve onaylatan bir anlayışa sahip olmalarını da ekleyebiliriz.
Buradan da varılacak yol, solun genel olarak kendi bağlam ve sınırları dışına taşamayan, kendi gelişimine de ayak bağı olmuş parti yapıları ve genelde sınırlı sayıdaki parti üyeleri etrafında şekillenen dar bir politik eylemlilik olmaktadır. Tabi burada sosyalist partileri tamamen olumsuzlama anlamında değil ama sol partilerin kendi zaaf ve eksikliklerini sahici bir şekilde ortaya koymaları ve tartışmaları yeri gelmişken konuşulması gereken önemli meselelerden biridir.
Tüm bu söylediklerimize ek olarak sayabileceğimiz konjonktürel (dışsal) faktörler de bulunmaktadır. Bunlar ise ülke özelinde işçi sınıfının bilinç düzeyi, örgütlü ve güçlü bir sınıf hareketi olmaması, uluslararası işçi hareketleri içindeki yeri ve dünya sosyalist hareketinin durumu gibi dışsal diyebileceğimiz faktörlerdir.
Bu gibi dışsal faktörler işçi sınıfından bağımsız olarak var olan ama onu dolaysız olarak etkileyen sosyalist hareketlerin öznel durumunun bir yansımasıdır.
Sol düşünce modern burjuva tarih boyunca, ezilen sınıfların zengin sınıflara karşı ideolojik silahı ve politik bir savunusu olmuştur. Fakat insanlık tarihi bir yanda ezilenler diğer yanda sömürenler olarak var olsa da pratikte bu şekilde saflaşmasının önü her zaman kesilmiştir. Eğer kesilmeseydi bugün kapitalizm çoktan yok olmuştu. Özellikle modern kapitalist ülkelerde egemen sınıflar işçi sınıfına bir takım haklar tanımak zorunda kalmış ve bunun sonucu bir çeşit "ara form" diye tarif edebileceğimiz, devletin ekonomiye daha çok müdahil olduğu, nisbi bir refah devletini savunan ideolojik ve politik akımlar türemiştir. (Yüzyılın ortalarından itibaren Keynesyen ekonomi modelleri ve sosyal demokrasi vb.)
Burada esas amaç gerçek temelli bir sınıf hareketini engellemek bir yana iğdiş edilmiş ve sınıfsal özünden koparılmış bir siyasetin tüm emekçilere dayatılmasıdır.
İşçi sınıfı ve ezilen sınıflar kapitalizmin doğuş yılları itibariyle belirli bir mekânsal alanda ve zamanda varoluş mücadelesi vermiş ve egemen sınıflara karşı kitlesel bir karşı duruş sergilemeyi başarmışlardır.
19. ve 20. yüzyıllar boyunca fabrikalar, üretim tesisleri, madenler ve çeşitli kamusal alanlar sınıf hareketlerinin kitleselleştiği ve görünür olduğu emek yoğun mekanlardı. Bu yüzyıllar sanayi kapitalizminin ruşeym halinden olgunlaşma dönemine geçiş yıllarıdır.
Bu yüzyıllarda sermayenin bu devasa gelişimine karşılık emeğinde kendi içinde örgütlendiği ve emekçilerin ekonomik haklarını savunmak zorunda bırakıldığı, sol fikir akımları ve bilimsel sosyalizmin de doğup geliştiği bir süreç yaşanmıştır.
Günümüzde ise kapitalist üretim biçiminin boyutları ve çelişkileri alabildiğine derinleşmiştir fakat uluslararası ölçekte bir dünya sosyalist işçi hareketinin olmaması, uluslararası işçi sınıfı hareketinin reformcu karakterde olması ve batıda modern kapitalist ülkelerdeki sınıf dinamiklerinin burjuva sınıflar tarafından bazı hakların esnetilerek verilmesi (iş saatlerinin düşürülmesi, işçi sınıfının nisbi refah seviyesi, sosyal haklar vs) gibi dışsal nedenler yüzünden kıta Avrupa'sında radikal devrimci bir sol hareket gelişememiştir.
Bugün gelişmiş sanayi toplumlarında var olan yüksek teknoloji, yapay zeka ve sanayide kullanılan esnek üretim bantlarının yarattığı mesleki uzmanlaşma yüzünden emek yoğun sektörlerde nisbi azalma olmakla birlikte, tekelci şirketler ucuz işgücü ve girdi maliyetlerinden dolayı sanayinin bir kısmını az gelişmiş ülkelere kaydırmışlar ve bu ülkelerdeki örgütsüz ve güvencesiz çalışma yaşamı sayesinde kârlarına kâr katmışlardır.
Çünkü bu ülkelerde emek örgütsüz ve politik anlamda güçlü değildir. Mevcut siyasal sistem de despotik ve baskıcı olunca sol/sosyalist partiler -yasal örgütlenme modellerini benimsemiş olsalar bile dahi- bir kitle partisi ya da örgütlenmesine dönüşmesi engellenmektedir. Bunda emperyalist devletlerin Amerika ve kıta Avrupa'sı dışında (bizim gibi ülkelerde) gelişebilecek sol hareketlere karşı çeşitli özel harp, askeri darbeler ve Gladyo gibi operasyonel faaliyetlerinin de etkisi vardır. Yani modern kapitalist ülkeler de devrimci bir sınıf hareketi reformist sol partilerle engellenirken, çeper ya da sömürge ülkelerde çok daha yoğun bir emek sömürüsü olmasına rağmen burada da işbirlikçi hükümetler ve despotik yönetimlerle ortadan kaldırılmaktadır.
(Bugün tüm bu olumsuzluklara rağmen; Arjantin, Brezilya, Şili, Polonya, İspanya gibi ülkelerde önemli politik ve sendikal hareketler türemiştir fakat bu şimdilik başka bir yazının konusudur)
Bu açıdan bizim gibi ülkelerde CHP gibi solun karikatürü diyebileceğimiz partiler uzun yıllardır solu "temsil" eder hale gelmiştir. Sonuçta ortaya, sol sanılan ve solla uzaktan yakından alakası olmayan çarpıtılmış ve daha çok "eklektik" bir "sol" kavrayış çıkmıştır.
CHP'nin geçmişten günümüze daha çok "devletçi" ve liberal çizgisinin halkçı ve cumhuriyetçi bir çizgiyle beraber savunulması bunun en büyük göstergesidir. Buna ülkenin son 20-30 yılındaki -yukardan aşağıya devlet eliyle örgutlendirilen- dincileşmeyi ve milliyetçi çizgiyi eklediğimizde ortada sol adına savunulacak bir şey kalmamıştır. Bugün ülkemizde genel olarak yaşanılan alternatifsizlik ve sola duyulan güvensizliğin kökeninde böyle bir gerçeklik de yatar. (Yunanistan'daki Syriza örneği farklı bir örnek olsa da bu konuda tüm tartışmalara tuz biber ekmiştir zira daha radikal sol bir örnek olmasına rağmen sağ liberal bir çizgiye savrulmaları ibretliktir!)
Bugün ülkemizin geleceğinin mecliste üç beş ırkçı ve dinci partinin insafına bırakılması ve koca bir ülkenin koyu bir karanlığa sürüklenmesinin kökenleri bu gerçekler ışığında kavramalıdır.
Bu açıdan düşünüldüğünde bugün dağınık, örgütsüz ve çok parçalı halde duran işçi hareketi ve sosyalist partilerin geniş halk kitleleri nezdinde ideolojik bir hegemonya kuramaması ve topluma geniş bir programatik çerçeve sunamamasının çok çeşitli ve karmaşık nedenleri olmuştur. Bu nedenlerin hiçbiri tek başına belirleyici değildir fakat solda var olan bu dağınıklığın daha uzunca bir süre ülkenin geleceğini karartılmasında -sömürücü sınıflar açısından- bir vesile olacağı çoktan aşikârdır. Umarız ki sol düşünce tüm bu engelleri aşacak ve tekrar Türkiye toplumuna sahici bir alternatif sunacaktır. Bu nedenle bugünkü en önemli görevlerden biri, sermayenin emek üzerinde yarattığı bu koyu karanlığa karşı birleşik bir mücadele anlayışını ve Türkiye toplumunun tüm emekçi kesimlerini bir araya getirici bir politik mücadele hattını kibirsiz ve ikirciksiz bir şekilde savunmak olmalıdır.
Her toplumun yazgısı er ya da geç böyle bir toplumsallığın dışa vurumu olan devrimci bir mücadele pratiğine düğümlü değil midir?