Yazar Yaşar Ayaşlı, Madımak Katliamı’nın 30’uncu yılında, linç kültürü ve katliama ilişkin bir yazı kaleme aldı.
Ayaşlı, “Sünni-Türk damgalı Türk devleti oldum olası Kürtlerin ve Alevilerin solla temasından hazzetmez. Seçilmişler tezgâha dahil değillerse, isteseler bile bu tür linçlerin önüne geçemezlerdi. Madımak olayı, ABD emperyalizminin Ortadoğu’yu kapsayan “ılımlı İslam” projesinin ve Türkiye’de adım adım tırmanan dinsel faşizmin ayak seslerinden başkası değildi. Bugünden geriye doğru bakınca yoruma gerek kalmıyor” dedi.
“Bu ülkede linççilik, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi kadar eski ve zengindir” diyen Ayaşlı, “Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katliyle başlamış, Tan gazetesi baskını, 6-7 Eylül olayları, Maraş, Çorum, Sivas katliamları, Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülmesi, Kürt yurttaşlara yapılanlar ve Kemal Kılıçdaroğlu’na Çubuk saldırısı dahil irili ufaklı binlerce linçle bugüne kadar gelmiştir. Linç, devlet ve uydu kurumlarının “milli refleks” diye meşrulaştırdıkları aşırı sağcı terörün ayrılmaz bir parçasıdır. Sözde demokrasi varken de faşizm varken de geçer akçedir” ifadelerini kullandı.
Yaşar Ayaşlı’nın Sendika.org’da yayımlanan yazısının bir bölümü şu şekilde:
Radikal İslamcılar, bundan otuz yıl önce, 2 Temmuz 1993 tarihinde, Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan Abdal şenliklerinde Madımak Oteli’nde konaklayan yazar ve sanatçılardan 33 devrimci ve ilerici insanımızı diri diri yaktılar.
Dört gün sürecek şenlikte söyleşiler yapılıyor, şarkılar söyleniyor, yazar ve şairler kitaplarını imzalıyorlardı. Cumaya denk gelen ikinci gün namaz çıkışı, şenliğin düzenlendiği alana, “Sivas laiklere mezar olacak” sloganı atarak yürüyen gözünü kan bürümüş yobaz takımı, yakıp yıkarak otelin önünde toplandılar. Sayıları akşama doğru 15 bini bulmuştu. Taşladıkları ve önündeki araçları yaktıkları otelden birden alevler yükselmeye başladı.
Aradan saatler geçtiği halde ne asker ve polis saldırganları dağıtmak için bir girişimde bulundu ne de itfaiye yangını söndürmek için. Aralarında Aziz Nesin’in de bulunduğu 51 kişi kendi olanaklarıyla yaralı olarak kurtulurlarken, halkımızın saygın evlatları Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin gibi sanatçıların da bulunduğu 35 kişi yanarak ve boğularak hayatlarını kaybetti.
O sıra DYP-SHP koalisyon hükümeti iktidardaydı. Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı, adı Beyaz Toros’larla anılan Tansu Çiller Başbakan, Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı idi. Devlet erkanına ve basına inanılacak olursa, saldırı münferit ve kendiliğinden bir olaydı; linççileri dağıtarak ölümleri engellemek mümkün değildi. Her zaman yedi düveli dize getirdiğiyle övünen koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin ve onun ordusunun bir avuç yobazla başa edememeleri ironikti. Oysaki, arkalarında radikal İslamcı faşist güruhu kollayan gizli bir el (Özel Harp Dairesi) olmasa, birkaç manga asker ve bir panzerle dağıtılmaları işten bile değildi. Tansu Çiller zaten şaibeliydi. Ama böyle bundan memnun olmayacak Erdal İnönü ve sanatçıları bizzat davet eden Sivas Valisi Ahmet Karabilgin bile bir şey yapamayacaklardı.
Sünni-Türk damgalı Türk devleti oldum olası Kürtlerin ve Alevilerin solla temasından hazzetmez. Seçilmişler tezgâha dahil değillerse, isteseler bile bu tür linçlerin önüne geçemezlerdi. Madımak olayı, ABD emperyalizminin Ortadoğu’yu kapsayan “ılımlı İslam” projesinin ve Türkiye’de adım adım tırmanan dinsel faşizmin ayak seslerinden başkası değildi. Bugünden geriye doğru bakınca yoruma gerek kalmıyor.
Linççilik, kapitalist devletlerin hemen hepsinde vardır ama ülkemizde tarihimizi boydan boya kaplayan rutin bir gelenektir. Cumhuriyet kurulduğundan beri komünistlere, muhaliflere, Kürtlere, azınlıklara ve ezilen dinlere karşı baskı ve sindirme aracı olarak binlerce kez kullanılmıştır. Bizdeki linç vakalarının çoğunun arkasında devlet ve gerici politikacılar vardır. Halk içindeki örgütlenmiş izdüşümleri de boş durmazlar, kendi ahlaklarına mugayyir gördüklerini “Yargısız İnfaz Mahkemesi” yoluyla icra ederler. Böyle devlete, böyle “hukuk”a, böyle tebaa.
“Dünya Karşıdevrimler Sözlüğü”ne armağan ettiğimiz kavramlardan birinin de “derin devlet” olması asla tesadüf değildir. Doğru dürüst demokrasi yaşamamış ve NATO güdümlü bizimki gibi bir ülkede sistem “Derin Devlet”siz ayakta duramaz. Türkiye’de kurulduğundan beri Cumhuriyetin hep iki yüzü olmuştur; biri görünen yüzü, diğeri görünmeyen. Resmen siyasetçidir, askerdir, polistir. Ama, aralarından bir kısmı karanlık işleri tezgahlayan özel örgütler ağına dahildir, kayıt dışı yetkilerini kendi standartlarına uymayan vatandaşlarına karşı kullanırlar.
Bu ülkede linççilik, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi kadar eski ve zengindir. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katliyle başlamış, Tan gazetesi baskını, 6-7 Eylül olayları, Maraş, Çorum, Sivas katliamları, Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülmesi, Kürt yurttaşlara yapılanlar ve Kemal Kılıçdaroğlu’na Çubuk saldırısı dahil irili ufaklı binlerce linçle bugüne kadar gelmiştir. Linç, devlet ve uydu kurumlarının “milli refleks” diye meşrulaştırdıkları aşırı sağcı terörün ayrılmaz bir parçasıdır. Sözde demokrasi varken de faşizm varken de geçer akçedir.
Linç veya linç girişimi sosyalistlerin, ilericilerin, tıpkı işkence gibi hayatlarında bir veya birkaç defa tatmak zorunda kaldıkları zehirli bir meyvedir. Daha 19 yaşında bir üniversite öğrencisiyken ben de Yozgat’ta ilk siftahımı yapmıştım. Daha sonra sokakta gazete satışlarında ve 1970’te Basın Yayın Komünü olarak Sivas’ta düzenlediğimiz “Bağımsızlık Haftası”nda devam etti.
Yozgat TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) yönetimi, MHP’nin “komünizmi telin mitingi” yapacağını, saldırıya uğrama ihtimallerinin yüksek olduğunu söyleyerek Dev-Genç’ten yardım istemiş. Siyasal, Basın Yayın, Hukuk, Dil Tarih, ODTÜ ve Ziraat’ten, içlerinde başkanı Atilla Sarp’ın da olduğu bir otobüs dolusu devrimciyle yola çıktık. Zulada kokteyl türünden hafif mühimmatımız da var.
Yozgat’ta görevli solcu öğretmenler bizi görünce sevindiler. TÖS binasının karşısında pazaryeri de olan meydanda MHP’lilerin kurduğu kürsüdeki hoparlörden marşlar ve türküler yükseliyordu. Fazla kalabalık sayılmazlardı. Sarkık bıyıklılar ve çember sakallılar yan yanaydılar. Kendi ülkelerinin Amerikan esareti altında olduğunu bilmezden gelen konuşmacılar, Orta Asya’da kızıl emperyalizmin esareti altındaki Türkleri kurtarma vaadinde bulunuyorlardı. Söz faslı bitince kalabalığın bir kısmı dağıldı, geriye kalan 200-300 kişilik örgütlü çekirdek “Kahrolsun Gomonistler”, “Gomonistler Moskova’ya” gibi sloganlar eşliğinde, önceden hazırlandığı belli taş ve sopalarla saldırıya geçip, birinci kattaki TÖS bürosunun cam ve çerçevelerini aşağı indirdiler. Arka odalara geçerek kendimizi koruyabildik.
Polis ve jandarma binayı koruyor görünüyordu. Ama bizden çok saldırganları koruyordu. O zamanlar Dev-Genç’li denince süper militanlar anlaşılırdı, toplumdaki algı böyleydi. Nitekim binadan çıkıp topluca biraz patırtı yapıp üzerlerine yürüdüğümüzde panik halinde kaçtılar. Sonra tekrar toparlanıp taşa tutmaya devam ettiler. Jandarma tarafından korunacaklarından emindiler. Hem kovalayıp dağıtsak bile gidecek bir yerimiz yoktu. Bizi getiren otobüsü tehditle Ankara’ya geri göndermişlerdi. Ne dışarı çıkmamıza ne de otobüs kiralamamıza izin veriyorlardı. Saldırganlar değil, biz saldırıya uğrayanlar abluka altındaydık. Taşları bağlamışlar köpekler serbest dedikleri gibi.
Hava karardıktan sonra saldırgan güruh hala dağılmamıştı. “Kahrolsun gomonistler!” nakaratı devam ediyordu. Baştan beri bir jandarma yarbayı ve maiyeti yanımıza gidip geliyordu. Bir yandan yüce devletimiz gibi “tarafsız” görünüyor, bir yandan bizi korkutmaya çalışıyor, bir yandan da aba altından sopa gösteriyordu. Yarbay, o kadar rahat ve sakindi ki kendisi içerideyken taş atıldığında bile istifini bozmuyordu. Belli ki olay Vali-Jandarma-Emniyet ve ilgili parti teşkilatları (“yerli ve milli cephe”) tarafından ortak tezgahlanmıştı. Öyle korksunlar ki bir daha gelmeye teşebbüs edemesinler… Son defasında otobüs talebimizi yine geri çevirdi ve cemselere bindirerek şehir dışına çıkarılacağımızı söyledi yarbay. Direnirsek, sürüklene sürüklene bindirilecektik.
Önce yarbayın şehir dışına nerede bırakacağı belli olmayan teklifini kabul etmedik. Ama başka seçeneğimiz yoktu. Jandarma gücüyle balık istifi cemseye doldurularak yola çıkarıldık. Nefes almakta zorlanacak kadar tıkış tıkıştık. Birkaç saat yolculuğun arkasından gece yarısı Çorum’un Alaca ilçesi olduğunu öğrendiğimiz yerde bırakıldık. Orada tekrar küçük bir kalabalığın sloganlı-tehditli saldırısıyla karşılaştık. Zorlukla bir otobüs bulup Ankara’ya döndük.
Dış düşman Dev-Gençliler ve iç düşman TÖS’lü öğretmenler kahramanca geri püskürtülmüştü! Artık o günü Yozgat’ın komünist istilasından kurtuluş günü olarak kutlayabilir, ulumalar ve tekbirler eşliğinde zafer şenlikleri yapabilirlerdi.
Yazının tamamı burada.