Önceki gün Erzincan İliç'de, Kanada ve ABD menşeili Anagold şirketine ait bir altın madeninde büyük bir göçük meydana geldi.
Faciada belli bir alanda biriktirilen siyanürlü toprağın heyelan oluşturması sebebiyle milyonlarca ton siyanür zehri Fırat nehrinin de bulunduğu havzaya doğru aktı.
Bölgede ilk belirlemelere göre 9 işçi kayıp. Medyaya yansıyan görüntüler facianın boyutlarını gözler önüne seriyor. Daha önce bölgede incelemeler yapan sivil insiyatifler, mühendisler, mimarlar buranın yeni bir Çernobil vakası olabileceğini belirtmişlerdi ve derhal çalışmaların durdurularak önlem alınması gerektiğini söylemiş ve uyarılarda bulunmuşlardı.
Çevre aktivisti Sedat Cezayirlioğlu 1 yıl önce çektiği videolarda, AKP'li Binali Yıldırım'ın bölgede Kanadalı şirketin Ceo'su gibi çalıştığını, çalışanların ve bölge insanının bile parayla susturulduğunu ve kendisinin ölümle tehdit edildiğinden bahsetti.
Dönemin (2007-2010) eski Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner ise Bianet'e yaptığı açıklamada, o dönem Gülen Cemaati üyesi savcı Bayram Bozkurt ile Anagold şirketi arasında rüşvet alışverişi olduğunu ve bunun eski Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin'in oğlunun avukatlık bürosu aracılığıyla yapıldığını 2009'da Adalet Bakanlığı kayıtlarına geçirmişti. İlhan Cihaner yürüttüğü rüşvet soruşturmasının ardından makamında gözaltına alınmış ve Ergenekon davası kapsamında tutuklanmıştı.
AKP'nin İBB başkan adayı olan Murat Kurum ise Çevre ve Şehircilik Bakanı olduğu dönemde sözkonusu şirkete "ÇED olumlu" raporu veren karara imza atmıştır.
Şirketin o dönem "çalışma kapasitesinin artırıldığı (yaklaşık 3 katı) ve toprak kayması riskinin olmadığı" söylenmiştir.
Sadece bu gerçekler bile dönen rüşvet, yağma ve talan çarkını görmemiz açısından ibretliktir. Üstelik sadece bizim ülkemizde değil tekelci emperyalist şirketler dünyanın birçok ülkesinde o ülkenin kaynaklarını, doğasını yağmalamakta, ülke iktidarlarıyla iş tutarak topraklarını sömürmektedir.
Daha önce Romanya (2000'de) Macaristan, Yugoslavya, ABD, Şili (1965) ve Endonezya'da benzer facialar olmuş toprağa ve nehirlere (Romanya'da Tuna nehri zehirlenmiş ve binlerce ton balık ölmüştür) siyanür zehri sızıntısı olmuştur. Bu gerçekler ortadayken Türkiye'de Kaz dağlarında ve birçok maden sahasında çevresel faktörler gözetilmeden maden arama çalışmaları yapılmakta ve doğa katledilmektedir.
Silinen vergi borçları, katledilen maden işçileri ve toprağa karışan kimyasallardan ölen insanlar ise bu şirketler için tamamen önemsiz bir detaydır.
İŞBİRLİKÇİ YÖNETİMLER ve GİZLİ İŞGAL
Bugün "maden kazaları", iş cinayetleri ve doğa katliamlarını, her türlü usulsüzlükler ve şirketlere sağlanan ayrıcalıklarla bir bütün olarak düşünürsek, Türkiye'nin uzun yıllardır dışa bağımlı olan ekonomik ve siyasi yapısının bir tezahürü olarak rahatlıkla görebiliriz. Türkiye 70 yıldan fazladır sağ iktidarlar tarafından yönetilmektedir. Ekonomik yapısı kendine özgü değildir ve istikrarlı bir bütünlük taşımamaktadır.
İşbaşına gelen yönetimler (hükümetler) Türkiye ekonomisini daha çok dışa bağımlı hale getirmiş, ABD ve Avrupa kapitalizmiyle girilen ikili ilişkiler vasıtasıyla bu ülkelerin tekelci sermayesi Türkiye'de daha çok imtiyaz sahibi olmuştur. Ülkenin son çeyrek yüzyılı ise tüm kamu mallarını yağmalandığı, bürokrasi de rüşvet çarkının, iltimasın ve liyakatsizliğin tavan yaptığı bir dönemdir.
Öyle ki iç sorunların artık yargı mekanizması tarafından değil, çeteler ve mafyalar aracılığıyla çözüme kavuşturulduğu bir süreç yaşanmaktadır. Hem gelinen noktayı anlamak açısından hem de Cumhuriyet'in son 70-80 yıllık serüvenini anlamak açısından bazı temel faktörlere değinmekte fayda var.
Bugünü anlamak açısından özellikle Mahir Çayan'ın Bütün Yazıları'nda Kesintisiz 2-3 broşüründe de ifade edilen siyasi ve ekonomik yapı hakkında birkaç şey söylemek gerekirse, ülkemiz emperyalizmin 3. bunalım dönemine özgü "yeni sömürge" bir ülkedir. Emperyalizmin 3. bunalım döneminin özelliği, 2.emperyalist paylaşım savaşından sonra iki kutuplu dünyada ABD gibi emperyalist ülkelerin bizim gibi yeni sömürge ülkeleri artık askeri işgal yöntemiyle değil "gizli işgal" yöntemiyle sömürge haline getirmesini ve bu yolla kriz sarmalından çıkılmasını ifade eder. Yani savaş retoriği esas değil talidir. Yani esas olan bu dönemde "sömürge ülkenin sermaye ihracıyla ve tekelci şirketlerle sömürülmesi ve yağmalanması"dır.
EMPERYALİZMİN "GİZLİ İŞGAL" ESPRİSİ,
2. Paylaşım Savaşı'ndan sonra dünyayı paylaşan emperyalist güçlerin, kapitalizmin girdiği pazar bunalımından kaynaklı bir ülkenin askeri anlamda işgalinin çok maliyetli olması ve tekellerin "uluslararası sermaye ihracı" seçeneği nedeniyle artık açık sömürgeci işgal yöntemlerinden farklı olarak sermaye ihracıyla o ülkenin milli burjuvazilerinin* işbirlikçileştirilmesi ve bu yolla tüm ülke kaynaklarına el konulması demektir. Yani o ülkenin toprağına, suyuna, ormanına, madenine bu yolla el koyabiliyorlar. Bu durum bir yandan emperyalist tekellerin kâr marjlarını korumuş (ucuz işgücü, vergi indirimi, rüşvet çarkı ve döviz cinsinden maliyetlerin düşmesi gibi) diğer yandan "yerli ve milli" denilen burjuvazinin işbirlikçileşmesi (komprador burjuvazi) sonucunu yaratmıştır.
ÇİP SAVAŞLARI
Sovyetlerin çözülüşüyle birlikte küresel kapitalizm yeni bir evreye girmiştir. Dolayısıyla 1990'lı yıllar itibariyle emperyalizmin yeni sömürge yöntemlerinde bazı değişiklikler olmuştur. Bu dönemde ABD ve Batı kapitalizminin karşısında onun pazar alanını daraltan eskisi gibi bir süper güç sözkonusu değildir. Bu dönem bizim gibi ülkelerin ekonomilerin de ise liberalizasyon ve özelleştirme politikaları at başı gitmiştir. Gelinen noktada bu süreç 2010'lu yıllar itibariyle farklı bir sürece doğru evrilmistir. ABD ve Batı ekonomileri Asya, Çin ve Rus ekonomileri karşısında tam bir pazar daralması yaşamıştır. Bunda Doğu Asya ve Çin ekonomilerinin planlı devlet kapitalizmiyle birlikte, bilim ve teknolojideki (Nano teknoloji) büyük atılımlarının da etkisi vardır. Bugün dünyada yüksek katma değer üreten bilim ve teknikdeki gelişmeler, yapay zeka ve çip üretimini küresel kapitalist rekabetin en önemli unsuru haline getirmiştir. Dünyada çip üretiminin yüzde 75'i Doğu Asya ülkelerinde üretilmektedir (Tayvan, Japonya, Güney Kore)
Çip üretiminde kullanılan hammadde olan garyum ve germanyumun en büyük üreticisi ise Çin'dir. ABD 2018 yılı itibariyle 14nm çip konusunda ÇHC'ne karşı teknoloji yatırımlarına başvurmuştu yalnız Huawei gibi Çin merkezli teknoloji devleri yeni teknolojiler üreterek ABD'nin tüm teknolojik yatırımlarını bu sayede boşa çıkarmayı başarmıştır.
Bu açıdan bakıldığında bugün evet iki kutuplu bir dünya yoktur fakat bu sefer kapitalizmin kendi iç çelişkileri had safhadadır. ABD'nin askeri harcamaları ve silah satışı hiç olmadığı kadar artmıştır. ABD ve Avrupa'nın operasyonel askeri örgütü NATO hâlâ genişlemesini sürdürmektedir. ABD, Çin ve Rusya'yı NATO eliyle çevrelemek ve baskı altına almak istemektedir. Kısacası uluslararası kapitalist sistem kendi iç çelişkileriyle boğuşmaktadır ve bu çelişkiler bugün uzlaşmaz çelişkiler olarak gelişmektedir. Daha dün BM Genel Sekreteri Antonio Guterres yaptığı açıklamada "dünya kaos çağına girdi" demiştir -sanki dört başı mamur bir dünyada yaşıyormuşuz gibi-
Böyle bir panaroma da Türkiye, emperyalist tekellerin ve gözünü para hırsı bürümüş kan emici vampirlerin kıskacı altındadır. Bugün emperyalist kapitalist sistem halkların kanını içen bir vampirdir.
Vampir metaforu Marx'ın da sıkça kullandığı bir metafordur. Kapital'de “sermaye, vampir misali canlı emeği emerek ve ancak daha fazla da emerek hayatta kalan ölü emektir” diye yazmıştır.
Ve sorulması gereken soru; dün Bergama'da yapılan bugün Kaz dağları, Erzincan ve Dersim'de yapılıyor. Peki biz doğamızın katledilmesine daha ne kadar göz yumacağız? Vahşi bir vampir gibi kanımızı emerek yaşayan bu düzene artık yaşanabilir bir hayat kalmadığında mı ses çıkaracağız?
Kızılderili atasözünde denildiği gibi;
"Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak"
Ölüler altın takar mı...?
Dipnot:
*Bugün artık bizim gibi ülkelerde gerçek bir milli burjuvaziden bahsetmek mümkün değildir. Sermayenin aşırı temerküzü ve tüm dünyada uluslararası tekelci burjuvazinin aşırı kâr hırsı bunu mümkün kılmamaktadır. Dolayısıyla yerli burjuvazi artık "yerli" değil, bizzat yabancı sermayenin jandarması rolünü üstlenerek işbirlikçileşmistir. Emperyalizmin 3.bunalım dönemi itibariyle yerli/yabancı sermaye ayrımı tartışması bu açıdan ortadan kalkmıştır denilebilir.