Milliyetçi Hamaset, Sosyalist Yurtseverlik ve Sıradan Faşizm

Abone Ol

Hamaset nedir? Hamaset Arapça "hms" kökünden türemiştir. Bunun sözlük karşılığındaki anlamı ise "coşma, aşırı cesaret ya da tepki gösterme, fanatizm" diye de ifade edilir.

Bugün bu kelime kahramanlık ve yiğitlik duygularının aşırı ve abartılı ifadesi olarak da bazı kaynaklarda geçiyor.

Hamasetin panzehiri ise gerçekçi ve akılcı bir anlayış ve kavrayıştan geçtiği ise aşikâr.

Peki Türkiye'de herhangi bir siyasal mevzuyu "hamaset" kelimesinin ifade ettiği anlam ve kavrayıştan bağımsız olarak düşünmek mümkün müdür?

Pek öyle olduğu söylenemez...

Denilebilir ki Türkiye siyasetine uzunca bir süredir yön veren bir kavramdır hamaset. Sistem ideolojik anlamda her krize girdiğinde, yönetenler her yönetememe krizi yaşadığında başvurulan ilk yöntem olmuştur hamaset ve demagoji yapmak.

Çünkü tümüyle gerçeklerle değil sadece duygularıyla hareket eden bir topluma yön vermek çok daha kolay ve işlevseldir.

Gerçeklerin ters yüz edilip duygu ve inançların hâkim kılındığı bir toplum dinamiğinin nasıl tehlikeli boyutlara ulaştığını görmek için ise kâhin olmaya gerek yok, dönüp yakın tarihe yani yirminci yüzyıl ortalarındaki faşizm gerçeğine bakmak yeterli olacaktır.

Türkiye siyasetinde on yıllardır milliyetçi ve dinci motiflerin temel ve başat bir unsur olarak kullanıldığını görüyoruz. Hatta öyle ki siyasi kutbun her iki tarafının da (seküler ya da muhafazakar) birbirlerine karşı bu argümanlarla karşı çıkıp kimin daha çok milliyetçi olduğu konusunda tabiri caizse "sidik yarışına" girdiğine tanık oluruz.

Örneğin Türkiye'de göçmen sorunu konusunda seküler (laik) milliyetçi kesimlerin refleksi neyse, muhafazakâr kesimlerin de Kürt meselesi konusunda benzer boyutta reflekslere sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Her iki kutupta Kürt sorununda hiçbir sorumluluğu üstlenmeyip adım atmazlarken adım atmaya çalışan, sorumluluk ve inisiyatif almaya çalışanları da terör sınıfına koyup cezaevlerine tıkan, partilerini kapatan, demokratik siyaset yapmalarına engel olan ve üyelerine yüzlerce ceza kesen bir anlayışa sahipler.

Aslında tüm bu demogoji ve hamaset dolu siyasal ortama seküler ya da muhafazakar olsun iktidarıyla muhalefetiyle herkesin katkı sunduğunu da söylemeden geçmeyelim.

Türkiye'de özellikle Kürtlerden ayrı bir sorun olan göçmen meselesi konusunda yükselen bu "milliyetçi" dalganın uluslararası bir boyutunun olduğu da aşikâr. Bunun Türkiye'ye yansımaları illa ki olmuştur yalnız Türkiye'deki "milliyetçi" reflekslerin, zaten ekonomisi çok ciddi problemlere sahip bir ülkenin kendi iç sorunlarını çözmede bir tıkaç görevi gördüğünü de maalesef söylemeden geçmeyelim.

Çünkü ülkede neredeyse her gün muhalefet güçlerinin her türlü itirazının hamasî ve milliyetçi demogojilerin tozu dumanı içerisinde yok edildiği bir süreç yaşanmaktadır. Böyle bir ortamda soru sormanın bile zorlaştığı, farklı fikirlerin tü kaka edildiği ve terör sınıfına sokulduğu bir zorbalıkla karşı karşıya kalıyoruz. Özellikle seçim öncesi, referandum vesaire gibi dönüm noktalarına denk gelecek şekilde askeri operasyonların dizayn edildiğini, zorlu kış şartlarında sınır ötesinde asker konuşlanacak bölgelerin planlı ve korunaklı yapılmadığı ve saldırılara açık olduğu gerçeğini dillendirenleri, siyasal karar alıcıların ise bu gibi itirazları devletin yargı gücünü kullanarak bastırdığını, mecliste sınır ötesi operasyonlarda şehit haberleri ve asker ölümleriyle ilgili araştırma önergelerinin siyasal iktidar tarafından bu tür demogojilerle reddedildiğini de söyleyelim.

Son olarak Kuzey Irak'ın Amediye (Zap) bölgesindeki PKK saldırıları sonrası böyle bir ortam bilinçli bir şekilde tekrar yaratılmıştır.

Büyük Birlik Partisi (BBP) Başkanı Mustafa Destici'nin sosyal medyada geçen günkü, tüm muhalefeti hedef gösteren açıklaması da bunu açık olarak gösteriyor.

Kendileri vakti zamanında AKP'ye "muhalif" görünüyorlarken "özerkliği de kabul ederiz yeter ki analar ağlamasın" diyen, "hizmet hareketine" (FETO'ya) toz kondurmayan BBP başkanı Mustafa Destici bugün AKP'den üç beş belediye kapmak için en hızlı "terör karşıtlığında" kimseye yer bırakmıyor. Tabii aslı varken Destici gibi sözde milliyetçi ve faşist suretlerin de ciddiye alınır bir tarafı yoktur o da ayrı bir mesele.

Şunu ifade etmek gerekir ki bugün Destici'nin başkanı olduğu BBP ve MHP, Zafer Partisi, İyi Parti gibi partilerin Türk siyasi hayatında hâlâ var olmasının nedeni tüm siyasete hakim olan hamaset dilinin, sözde milliyetçi demogojik ortamın hâlâ Türkiye toplumuna hakim kılınmasıdır.

SIRADAN FAŞİZM

Bunun sosyolojik nedenleri üzerinde biraz durursak, ünlü Sovyet belgeselci Mikail Romm'un Sıradan Faşizm adlı belgeselinde faşizmin Alman toplumu gibi nisbeten daha eğitimli bir toplumu nasıl esir aldığı ve gündelik yaşamın kılcal damarlarına kadar nasıl işlendiği anlatılır.

Gündelik yaşamda adım adım düşmanlaştırma ve nefret dilinin kendi siyasi muarrızlarına karşı nasıl kullanıldığı ve önce komünistler ile başlayan düşmanlığın daha sonra toplumun tüm kesimlerine nasıl yayıldığı konu edilir.

Nazi Almanya'sında önce komünistler sonra toplumun diğer kesimleri ve Yahudiler nefret objesi haline getirilmiş, öyle ki üniversitelerde toplu olarak kitaplar yakılmış, nihayetinde tüm Avrupa'yı düşmanlaştıran bir Nazi ordusu ortaya çıkmıştır.

Sovyet belgeselci Romm'un belgeselde de dikkat çektiği konu, sıradan faşizmin en belirgin özelliği olarak, Alman toplumunun gündelik yaşamda her kötülüğü ve sorumsuzluğu normalleştirmiş olmasıdır.

Tepkisiz, ilgisiz, yok sayan ve sorumluluk almayan bir toplumun adım adım geldiği nokta üç milyon insanın toplama kamplarında katledilmesidir.

Tabii bu işin psikolojik, sosyo-kültürel yönüdür. Bu konuyu bütünüyle ele almak için faşizmin çok boyutlu irdelenmesi gerekir. Tabii burada kavramı çok boyutlu ele almak zor olsa da bazı noktalar üzerinde durmakta fayda var.

Faşizm, Naziler tarafından yargılanan Bulgar komünist Dimitrov'un da tanımladığı üzere, "tekelci kapitalizmin emekçi halk üzerinde en gaddar, en baskıcı diktatörlüğü" olarak bilinir.

Ancak faşizmin sosyo-kültürel temelleri de vardır. Yönetici sınıflar halkın yurtseverlik duygularını ve inanç sistemlerini kullanırlar. Ulusçuluk ve milliyetçilik kavramları aydınlanma pratiklerine dayalı olsa da bu ideolojiler bugün emperyalist devletler, Avrupa ve ABD tarafından göçmen karşıtlığı ve ırkçı nefretin körüklenmesi için tüm ülkelerde ideolojik bir kalkan olarak kullanılmaktadır.

SOSYALİST YURTSEVERLİK

Sosyalistler bu tarihsel deneyimler ışığında asla ayrımcılığın ve ırkçı nefretin körüklenmesine alet olmamışlardır ve bu açıdan her türlü milliyetçiliği reddederler. Çünkü milliyetçilik işçiler ve ezilenler arasına aşılamaz bariyerler kurar ve işçi sınıfı hareketinin sonsuza kadar bölünmesine ve akamete uğramasına yol açar.

Sosyalistler halklar arasındaki çatışmayı ve savaşı bir ülkenin ilhak edilmesi, o ülkenin topraklarına ve kaynaklarına el konulması olarak kavramazlar.

Bir ülkenin egemenlik hakkına ve toprakları üzerindeki kullanım hakkına el uzatan tüm savaşlara karşıdırlar. Sosyalistlerin bir savaşı "desteklenmesinin" en önemli koşulu "anavatan savunmasını" esas almasıdır. Lenin'in dediği gibi, diğer bütün savaşlar (devrimci bir sınıf savaşının tezahürü değilse) bir insanlık suçudur ve halkların birbirlerini boğazlamasına hizmet eder.

Örneğin komünistler birçok ülkeden gelip İspanya ve Yunanistan iç savaşında Cumhuriyetçileri ve ilerici bloku desteklemiş ve onlarla aynı barikatta savaşmışlardır. Yine 1917'de yeni kurulan sosyalist Rusya devrimden sonra emperyalist savaştan çekilmiştir.

Lenin ve Stalin Rusya toprakları içindeki tüm milliyetlerin "kendi kaderlerini tayin hakkını" koşulsuz olarak tanımıştır. Ulusların tam hak eşitliği ilkesinin Sovyet Anayasasında özellikle korunması için çaba sarf etmişlerdir. Türkiye'de ise TKP ve Mustafa Suphiler Kurtuluş Savaşına destek olmak için mazlum Türk halkının yanında olmuşlardır.

Kısacası sosyalistler/komünistler "milliyetçi" değil yurtseverdirler. Yurtseverlik, verili topraklar içindeki halkların tüm unsurlarıyla (Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Çerkez, Süryani, Alevi, Sünni vs.) birlikte sevmektir. Milliyetçilik ise sadece tek bir milliyetin yüceltilmesi diğer milliyetlerin küçük görülmesi ve yok sayılmasıdır. Azınlık sayılan milliyetlerin ulusal haklarının, eğitim, dil ve kültür dinamiklerinin hakir görülmesidir.

Ama çoğunlukla milliyetçiler ırkçı olduklarını gizlemek isterler ve teşhir olmamak için bu iddiaları reddederler. Onlar "kapsayıcı" olduklarını ve ifade ettiklerinin "üst kimlik" (ne demekse) olduğunu söylerler. "Alt kimlikleri" reddetmediklerini söylerler.

Mesela anayasada 66.madde "Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür" der. Bu tanım ırkçı bir tanımdır ve günümüzde değiştirilmesi gereken maddelerin başında gelmektedir. Mesela doğru tanım şöyle olabilir:

"Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan her yurttaş Türkiyelidir ve her ne milliyete sahip olursa olsun her Türk gibi eşit haklara sahiptir" olmalıdır. Tabii 12 Eylül Anayasası askeri fasit bir darbenin ürünü olduğu için anti demokratik bir karaktere sahiptir ve baştan değiştirilmesi gerekir.

Tabii bugün bu konu ayrı bir başlık da olsa, anayasa tartışmaları sürerken, mevcut anayasanın anti demokratik ve günümüzün ihtiyaçlarını hiçbir biçimde karşılamayan bir anayasa olduğu ortadadır. Tek Adam sisteminin mevcut haliyle bile anayasal düzeni ortadan kaldırmaya çalıştığı ve daha gerici bir düzeni tahkim etmeye çalıştığı ise maalesef trajik bir gerçektir. Bugün Türkiye'nin ihtiyacı olan şeylerden biri evet Türkiye'nin demokratikleşmesi ve anayasanın demokratik bir muhtevaya kavuşmasıdır fakat istenenin henüz geçen gün meydanlarda ve adliye koridorlarında hilafet ve şeriat çağrıları yapmak, anayasanın azda olsa var olan demokratik, hukuki unsurlarının ilga edildiği bir düzeni geri getirmek olmasa gerek.

Böyle bir düzen Türkiye'nin daha çok çamura batması ve felakete sürüklenmesinden başka bir sonuca yol açmayacaktır...

Fotoğraf: DHA