Melankoli ve Yaşamın Diyalektiği

Abone Ol

Melankoli, 2011 Danimarka yapımı bilimkurgu, dram ve sanat filmi. Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier'in önemli bir sinema yapıtı. Prömierini Cannes Film Festivalinde yapmış bu filmde, zihinsel olanı görüntülerle ifade etmeyi seven yönetmen Lars Von Trier, dünyayı ve yaşamı tehdit eden "Melancholia" gezegeninin neden olduğu varoluşsal kaygıların dışa vurumunu ve sonuçlarını ele alıyor.

Lars Von Tier bunu ele alırken "melankoli" kelimesini bir metafor olarak kullanıyor çünkü melankoli anlam olarak sürekli bir kasveti, üzüntüyü, mutsuzluğu ifade eder.

Melankolik olmak ise (mâl-î hülya) "bir şeye tutkuyla bağlı olmak, kara sevda" diye de bilinir. Yani iki farklı anlamın birbiriyle iç içe geçmiş halidir melankoli. Filmin karakterlerinde de bu hali yansıtmıştır yönetmen Lars Von Trier.

Çoğumuz anlamlandırmakta zorlanırız ama birazda aklî olana bir karşı duruştur melankoli hali. Siyah ile beyazın keskin ayrımı gibidir, içinde net bir duruşu barındırır ve ikirciksizdir. Birol Can'a ait şu meşhur bestenin sözlerinde de değinilen melankolik hal ve Beşiktaş sevgisi başka bir zamanı, hayatı ya da varoluşu temsil eder:

"Sen benim her gece efkarım

Gözümdeki yaşım, sigara dumanım

Sen benim damardaki kanım

Şanlı Beşiktaş'ım

Kalbimin en orta yerinde

büyük bir yangın var, alevler içinde

Beşiktaş sana yemin olsun

Bitmeyecek sevdan mezarımda bile"

Mezarda bile bitmeyen bir sevdaya yapılan bu atıf, kara sevda ya da melankoli değil de nedir? Belki çağımıza ait olmayan, buz gibi bir nehir misali hızlıca akıp giden bir zamanda, "bir sevdaya takılı kalmak" çılgınca bir düşünce gibi görünse de insan toplumunu aklın şekillendirdiği kadar duygularında şekillendirdiğini kim inkar edebilir? Tarihin önemli dönemeçlerinde, karar anlarında hep akıl ön plana çıkarken, duygular işin neresindedir? Büyük alt üst oluşların kökeninde insanlığın bu melankolik halleri yok mudur hiç?

Melankoli filminde dünyaya yaklaşan ve çarpma ihtimali olan bir gezegenin insanlar üzerinde yarattığı "varoluşsal kaygılar" anlatılıyor. Bu kaygılar, içinde umudu ve umutsuzluğu aynı anda barındırıyor. Dünyanın çok yakınından geçmesi beklenen serseri bir gezegenin dünyaya çarpma ihtimali insanlarda melankolik bir hal yaratır ama filmin anlatmak istediğinde, belirli bir kabullenmişlik haliyle beraber belirsizliğin de insanlar üzerindeki yansımalarını görürüz.

Korku, kaygı, belirsizlikler, gerilim, kabullenmişlik, tutkuyla bağlılık, kara sevda, umarsızlık, varoluş, kayboluş...

Kuşkusuz tüm bunları filmografi de sanatsal bir formülle anlatmak da ayrı bir yetenek gerektirir. Yönetmen Lars Von Trier'in yaptığı da budur fakat bizim burada üzerinde durmak istediğimiz nokta, insanın tarih boyunca dönüşümünü sağlayan şeyin, aklın yadsınamaz bir şey olduğu tezinin bütünüyle doğruluğu bir tarafa onun tüm bu melankolik hallerinde bir toplamı olduğu gerçeğini de gözardı etmememiz gerektiğidir. Yoksa insanlığın yarattığı tüm ilerlemelerin ve devrimci dönüşümlerin üç beş "çılgının" intihar seramonisi olarak düşünmek işten bile olmazdı...

"Yağmurlu bir günde sevmiştim seni,

üstünde çubuklu formalar vardı,

bir anda vuruldum aşık oldum ben, yaşamın anlamı siyah beyazdı..."  diye devam eder yine bir tribün bestesi.

Her şey siyah ile beyaz kadar net olsaydı keşke. Yaşamın çok renkliliği bir tarafa gri tonların, ara renklerin olduğu yerde bir belirsizlik ve kuşku hakim değil midir hep?

Ancak yaşam hiç de sadece siyah ile beyazdan ibaret değildir. Biz ne kadar inkar edersek edelim gri tonlar, ara renkler vardır ve bu yaşamın temel diyalektiğiyle çok ilintili bir şeydir. Çeşitlilik diyalektiğin ve yaşamın temel kuralıdır, olmazsa olmazıdır. Hem ideolojik hem düşünsel hem de pratik alanda tek bir doğru ya da yanlış yoktur, birden çok doğru ve yanlış vardır ve bunlar yaşamın içerisinde sürekli bir yer değiştirme hali içerisindedir. Bugün yanlış olan yarın doğru, bugün doğru olan ise yarın yanlış olabilir. Dolayısıyla yaşam izafidir, değiştirilemez değildir ve her şey geçicidir.

Çelişkilerde bir de baskın olan taraf vardır. Doğa dominant olanı öne çıkarır, çelişkinin zayıf olan tarafı baskın olana yenik düşer ve çelişki farklı bir evreye gelişene kadar bu böyle devam eder. Çelişkiler iki zıt kutbun mücadelesi olarak tezahür eder. Doğanın, yaşamın, nesnelerin, evrenin tüm gelişim yasaları diyalektiğin bu en temel kuralına bağlıdır. Bilim, dinlerin bize söylediği "evrenin mükemmel olduğu ve bir düzen dahilinde varolduğu" anlayışını reddeder.

Evren tesadüf ve zorunluluğun iç içe geçmiş kaotik bir versiyonudur. Düzen ve düzensizlik aynı anda vardır ve evren sürekli düzenden kaosa doğru evrilir. Kuantum (atom altı) dünyasında da  böyledir. Yaşam bize hiçbir şey olmuyormuş gibi göründüğünde bile gerçekte çok şey değişmektedir.

Amerikalı fizikçi Richard P. Feynman "şu gözlerimize göre, kabaca bakan gözlerimize göre hiçbir şey değişmemektedir ama onu bir milyar kere büyütülmüş görebilseydik kendi bakımından onun sürekli değiştiğini görürdük" diyor. Bizim değişmediğini düşündüğümüz her şey sürekli bir değişim ve gelişim halindedir...

EKO-ANKSİYETE

Birgün Gazetesi'nden Gözde Bedeloğlu geçen günkü köşesinde artık "eko-anksiyete" adlı bir kavramın insanlığın gündemine girdiğinden bahsediyor. Kuraklık, sel, orman yangınları, bio-çeşitlilikteki düşüş, sanayi tesislerindeki toprağa zehir taşıyan atıklar, okyanusların kirliliği, maden ocakları ve enerji santrallerinin doğayı bir bütün olarak yok ettğini ve bunun insanlar üzerindeki kaygı, korku ve belirsizlik duygularını tetiklediğini söylüyor.

Eko-Anksiyete çağımızın yeni psikolojik hastalığı mı olacak, insanlığı neler bekliyor bilmiyoruz ama dünyadaki bir avuç zenginin kişisel çıkarları ve servet düşkünlüğünün bedelini tüm gezegen ödüyor. Belki de evrendeki en zeki varlıklar olarak bu gezegeni yok edecek bir çağa adım atmış olabiliriz.

Yirminci yüzyıldaki Sosyalizm deneyimlerinin yarattığı ilerlemeler ve toplumsal üretimin gücü bize gösterdi ki tüm toplumun refahı ve mutluluğu bir ütopya değil. Teknoloji çağında aklı ve bilimi kullanabilen insan, yaratılan serveti eşit dağıtarak doğaya saygılı davranabilir. İnsanlık ilelebet zenginlerin yarattığı devasa eşitsizliklerin ve bencilliğin esiri olmak zorunda değil. Eğer böyle giderse gezegeni gelecek günlerde çok daha kötü günler bekliyor olacak.

Hatırlarsak, Newyork'ta BM İklim Zirvesinde konuşan Greta Thunberg isimli küçük çevreci kız, "boş laflarla hayallerimi ve geleceğimi çaldınız" demişti.

Greta, gelecek nesile nasıl bir dünya bıraktıklarının farkında olarak haklı bir tepkiyi dile getirmişti. Geçmişin bize bıraktığı miras nasıl olacak? Marx komünist toplumu tarif ederken "burjuva toplumunda geçmiş şimdiye hakimdir, komünist toplumda ise şimdiki zaman geçmişe hakimdir" der. Bugün dünün içinde yaşamamalı, bugünün insanı ancak dünün dersleriyle geleceği inşa etmelidir.

Böyle bir dünya ise ancak ekolojik, demokratik, kamucu ve dayanışmacı bir sosyalizmle tekrar inşa edilebilir.

Thomas Hobbes'un dediği gibi "insan insanın kurdu mu yoksa insan insanın çaresi mi olacak?"

Geleceği şekillendirecek olan şey ise bu soruya verilecek hakiki yanıtta gizli...