En kolay ve zahmetsiz iş ne mi? Yargılamak, eline tırpanı alarak, sarı çayıra girer gibi hakkında en küçük bilgiye sahip olmadığın hayatları biçip geçmek; kırmak, dökmek, yaralamak, önüne çıkanı yok etmek.
Evlilikte üç eşliliğe sessiz kalmak, parkta, bahçede el ele gezen çiftleri ise hedef göstermek. Ötekileri diri diri mezara gömmek, üzerine beton dökmek. Bir erdem abidesi rolü oynamak, namusu bel altıyla sınırlamak, başkalarını ahlaksızlıkla suçlamak. Zor hayatlara sırtını dönmek, linç kampanyaları başlatmak. İnsan olmayı unutmak. Hele de karşımızdaki kadınsa, üstüne üstlük adil olmayan düzenimiz onu bedenini satmaya zorlamışsa…
Alexandre Dumas’ın Kamelyalı Kadın romanıyla yolculuğumuz 1800’ler Paris’inde bataklık denen yere. Orada ‘yosma’, ‘fahişe’, ‘seks işçisi’, kamelyalı kadın diye tanımlansa da adı Marguerite olan kadının acısını paylaşmaya.
Toplumsal ahlak açısından konuşulması ayıplanan, eylemi ise yasal, hatta günlük, saatlik nikahlarla teşvik edilen olayı masaya yatırmaya. Nesne olarak görülen, onların da bir insan olduğu unutulan, küçümsenen, ayıplanan, dövülen, öldürülen fakat vazgeçilmeyen öteki yaşamların özneleriyle tanışmaya. Yol arkadaşımız Marguerite.
Kendisi ahlakı bel altı gören toplumların algısıyla bir fahişe. O, gönül kapısını bize açtığında, biz onun dünyasına girdiğimizde, bedenine onlarca el değmiş bir kadının özünde masum bir bakire olduğu gerçeği ile karşılaşacağız. Onun aşkına tanıklık edeceğiz. Sözde aşklar, bu adla sunulanlar, yaşananlar, sonu ihanet, kavga, ölümle biten ayrılıklar küçülür Marguerite’nin önünde. Birbirimize, topluma yabancılaştığımız, kendimizi kutsadığımız günümüzde bir ‘fahişe’nin acısını duyumsamak, zor yaşamları, öteki hayatların realitesini anımsatır, Kim bilir belki de içimizi acıtır…
Alexandre Dumas kimi yorumculara göre yarı otobiyografi olarak tanımlanan Kamelyalı Kadın kitabında toplum tarafından yargılanan öteki yaşamları su yüzüne çıkarır; ahlaksızlığın tanımını yeniden tartışmaya açar. Kimdir ahlaksız? Toplumsal çürümüşlük nedeniyle vücutlarını satan, sattırılmaya zorlanan kadınlar mı? Yoksa onların da insan olduğunu unutanlar, onları küçümseyen fakat onlardan vazgeçmeyen, satın alan kelli felli iki yüzlüler mi?