Korku evrensel bir duygu mudur, öğrenilmiş algı mı, yoksa fizyolojik değişimlere göre kendini değişik boyutlarda gösteren hisler midir?
Tartışması bir yana, okulda, sokakta, işte, karakolda, evde veya yaşamın herhangi bir alanında korku ile tanışmayanımız var mı?
Kuşkusuz ki hepimizin irili, ufaklı korkuları olmuştur. Fakat eğer korkunun doğduğu, büyüdüğü, insanları yuttuğu coğrafyada yaşamıyorsak belki de yaşadıklarımızı korku kelimesi kapsamında değerlendirmek korku coğrafyasında gözlerini yaşama açan çocuklara haksızlık olur.
Suriye doğumlu Kürt yazar Helîm Yûsiv’in Dişsiz Korku eserine geçmeden önce yazarı kısaca tanımakta fayda var. Korkuyu gerçek anlamda deneyimleyen ve onu soyut, tartışılmaya açık bir kelime olmaktan çıkarıp ete, kemiğe büründüren, yaşadığı topraklardaki halkların gözlerinden aktaran yazar, Suriye‘nin Amüde kentinde dünyaya gelmiş.
Halep’te hukuk okuyan yazar, siyasi baskılar nedeniyle Almanya’ya göç etmek zorunda kalmış. Dişsiz Korku ile kitap yolculuğumuz korkunun merkezine; İran, Irak, Suriye ve Türkiye sınırları arasında kalan coğrafyaya. Zor bir yolculuk, çünkü korku sözcüklere sığmaz.
Korku bir kez düşmesin insan yüreğine; o zaman ya gözler donuklaşır, lal olur dili insanın; ya da insan derya, deniz olur da kalıbına sığmaz, kimseler tutamaz onu. Yol arkadaşımız Musa, güneşin bile korkarak doğduğu bir kentte yaşar.
Ölümün sokaklarda kol gezdiği, gülmenin unutulduğu bu şehirde dili yasak Musa’nın. Yasaklar çok, en büyük yasak ise asla kendisine ulaşılamayan başkanın heykeline saygısızlık. Ama başkanın resmi her yerde, kazayla oturduğu duvarın üstünde varsa başkanın resmi, şimdi korkmasın da ne etsin Musa?
Dağ taş başkandan korkar, özlenen ölüm bile korkuyla yaklaşır insana…
Helim Yusiv, Dişsiz Korku’da korkunun yaşanılan coğrafya ile bağlantısını kurar. Doğallığında o bildik soru akla gelir, coğrafya bir kader midir? Yazar bu kitapta tüm yaşamı korku çemberinde sıkışmış bir coğrafyanın talihsizliğini anlatır. Yazar bize kahvaltımızı yaparken, sevdiklerimizle iki çift laf edip kahve yudumlarken sınır ötesi, yürüme mesafeli komşularımızda tüm yaşamı kabusa dönen insanların varlığını anımsatır.
Eğer kendimizi demokrat, devrimci, sosyalist diye nitelendiriyorsak veya bütün kavram ve açılımlardan uzak kendimizi sadece insanım diye adlandırıyorsak bile ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmak boynumuzun borcu. Artık bize ya ‘suçu’, ‘bucu’ derlerse söylemlerinden çekinmeden sınırlarımız ötesinde veya dünyanın herhangi bir yerinde dil, din, cinsiyet ırk ve milletinden dolayı yaşamı kabusa dönen insanların sesini duyurmamız; korkarak ağlayan, acı çeken çocuklara gözyaşlarını silsinler diye mendil uzatmanın ötesinde harekete geçmemiz zorunluluk olsa gerek.