Seçimler demokrasinin olmazsa olmazıdır derler. Dört beş yılda bir kurulan sandıklara halk gidip oy atar ve ülkeye her defasında gelmeyen demokrasi ve refah gelmiş olur. Sorunlar bir anda tespit edilir ve böylece seçilen kişi ya da parti tüm sorunları çözüme kavuşturur!
Peki gerçekten öyle midir?
Sorun varsa çözümü de vardır mutlaka denilir. Halk arasında söylenen güzel sözlerden biri de "bir tek ölüme çare olmadığıdır". Bakıldığında bugün içinde yaşadığımız dünyada insanın temel ihtiyaçlarının (beslenme, barınma, eğitim, sağlık vb) çözümüyle ilgili temel problemler hâlâ önemli bir yer tutmaktadır.
Siyasetin konusu olması gereken; insanın yaşadığı toplum içinde mutlu ve müreffeh yaşaması ve temel yaşamsal sorunlarını çözmesi neden gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şey olsun?
Hele ki yaşadığımız çağda böyle bir şey pekvâlâ olası durumdayken.
Böyle söylüyoruz çünkü insanlığın gelişimi, üretici güçlerin ve teknolojinin gelişimini üst seviyeye çıkarmıştır ve tüm evrensel ve temel sorunları çözüme kavuşturacak evrededir. İnsanlık 18.yy itibariyle günümüze kadar çok büyük aşamalar kaydetmiştir. Modern burjuva toplumunun imkanları -ne kadar sorunlu olsa da- insanlığın temel bir takım sorunlarını (zengin sınıflar lehine) maddi ölçekte çözdüğü bir gerçektir. Buna 20.yy boyunca yaşanmış sosyalizm deneylerini de katarsak insanlığın önündeki birçok bariyerin kaldırıldığını görürüz.
Sovyetler birliğinin uzay teknolojilerinde ve sanayi de bilimsel atılımları sayesinde ABD ve diğer emperyalist ülkeler sosyalizmle rekabet içerisine girmiş ve bu durum -onca tarihsel gelişmişliğe rağmen- dünyayı olası bir nükleer savaş tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır.
Burada ifade etmek istediğimiz konu, insanlık tarihindeki devasa atılım ve gelişmelere rağmen "modern toplum" henüz kendi kendini demokratik bir biçimde var edecek tarihsel bir evreye henüz ulaşamamıştır. Her dört beş yılda bir sandık başına gitmek toplumsal bir görev sayılmış, kerameti kendinden menkul partileri ya da kişileri seçmek "zorunluluğu" yaratılmıştır. Temsili demokrasi denilen bu sistem tüm dünyada despot yönetimler ve "çığrından çıkmış" yöneticileri işbaşına geçirmiş (ABD, Macaristan, Sırbistan, İtalya, Ukrayna, Arjantin vb.) özellikle her defasında "serbest seçimler" yardımıyla halk şu ya da bu düzen partilerine eklemlenmiştir.
Öyle ki 2024 itibariyle dünya üzerinde 100'ün üzerindeki ülkede serbest seçimler yapılacaktır. Geçmişte de bu seçimler yüzlerce defa olmuştur. Bu seçimlerde halka yüzlerce vaat verilip belki çok azı yerine getirilmiştir. Buna rağmen dünyanın hali ortadadır. Dünyayı yöneten 5-10 şirket ve yozlaşmış, çürümüş iktidarlar ve despot yönetimlerden ibaret bir dünya manzarası vardır karşımızda.
Bu sınıfsal gerçekler düşünüldüğünde önemli sorulardan biri, buradan "demokratik ve halkın çoğunluğun yararına bir alternatifin nasıl yaratılacağı" meselesidir.
Türkiye'deki siyasal tabloya baktığımızda ise şimdiye kadar 50'in üzerinde seçim gerçekleşmiştir. Bu seçimlerin hemen hepsinde, "ülkeye ne kadar çok demokrasi ve refah geleceği" anlatılmıştır hep. Fakat her seçim öncesinde verilen vaatlerin, söylenen sözlerin hep tersi çıkmıştır. En son ülke rejiminin oylandığı önemli eşiklerden biri olan Nisan 2017 referandumu bunlardan biridir. Parlamenter sistemin lağvedilip Başkanlık sistemine geçişin miladı olan bu seçimler öncesi Erdoğan, "verin yetkiyi görün etkiyi" demiştir. Nisan referandumunu % 51.6 ile kazanan Erdoğan, ülkenin en az yarısının onaylamadığı tüm yasaları çıkartarak, ülkeyi despotik fiili bir şeriat rejimine doğru götürmüştür.
Tüm yetkileri kendisinde toplayan Erdoğan, meclisi işlevsizleştirmiş (muhalefet partilerinin verdiği tüm önergeler ve kanun teklifleri bu arada çöp olmuştur), yargıyı ise siyasallaştırarak parti devleti (AKP+MHP) yaratmıştır. Muhalif milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmış, Selahattin Demirtaş başta olmak üzere Kürt siyasetçileri cezaevine atılmıştır. İktidara geldiklerinde "siyasi vesayeti" ortadan kaldırdıklarını söyleyen AKP'liler özellikle 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminden sonra ülkeyi adeta askeri darbe retoriğiyle yönetir hale gelmiştir. Binlerce kamu görevlisi (yaklaşık 140 bin) çoğunluğu hiçbir gerekçe gösterilmeden işinden edilmiştir. Bu kamu görevlilerinin hukuken itiraz yolları da kapatılmıştır. Onlarca gazete, dergi kapatılmış, TV yayınları durdurulmuş ya da iptal edilmiştir.
Son olarak bu despotik rejimin bir yansıması olarak, Mayıs seçimlerinde TİP'den Hatay milletvekili seçilen Avukat Şerafettin Can Atalay tutuklu bulunduğu hapishaneden Anayasa Mahkemesi kararıyla salıverilmesi gerekirken Yargıtay eliyle rehin tutulmaktadır.
Geçtiğimiz günlerde siyasi bir krize de sebep olan bu gelişme, Erdoğan'ın yarattığı "başkanlık rejimi"nin ne kadar çürümüş ve darbeci bir anlayışa tekabül ettiğini göstermektedir. Can Atalay deprem olan ve yıkılan bir şehrin milletvekilidir ve Hatay halkının iradesini temsil etmektedir. Mecliste zamanında FETÖ'ye övgüler düzen Bekir Bozdağ, Can Atalay'ın milletvekilliğinin düşürüldüğü kararı bizzat okumuştur. Bir milletvekilinin daha vekilliğinin düşürüldüğüne ilişkin kararı Bekir Bozdağ gibi birine okutmaları manidardır. Bu da rejimin karakterini çok net ortaya koyan bir tutumdur.
Can Atalay'ın kimliğine ve neler yaptıklarına bakıldığında ise vekilliğini neden düşürdükleri daha iyi anlaşılıyor. Çünkü Can Atalay Soma'nın, Ermenek'in, Çorlu Tren Kazası'nın, Aladağ'ın, işçilerin, emekçilerin avukatıdır. Gezi gibi önemli bir toplumsal hareketinde bir parçasıdır. Aynı ÇHD davasında olduğu gibi iktidar Can Atalay ve halkın haklarını savunan tüm avukatları cezalandırmak istemektedir. Tabi getirdikleri Başkanlık rejimiyle birlikte siyasal ve yargısal bir kriz varmış gibi gösterip Anayasa'yı da ortadan kaldırmak istemektedirler. Özellikle bu konuda AKP'nin küçük ortağı MHP'yle danışıklı bir şekilde hareket ettiklerini görüyoruz. Bahçeli'nin açıklamalarından bunu anlamaktayız.
Velhasıl AKP-MHP rejimi yaklaşan yerel seçimler öncesi iktidarını mutlaklaştırmak ve faşizmi kurumsallaştırmak istemektedir. Buna muhalefetteki dağınıklık ve kişisel çıkar kavgaları da ayrıca çanak tutmaktadır. İyi Parti ve CHP içindeki çatlaklar ve dağılma belli ki belli bir strateji ve bir planın ürünüdür. Büyükşehir belediyeleri bu açıdan muhalefet tarafından AKP'ye hediye edilecek gibi bir hava oluşmuştur.
Bazı sol ya da sosyalist örgüt ve partilerde ise "küçük hesaplar" ve belde ve ilçelerde aday gösterme faaliyetleriyle meşguliyet söz konusudur fakat zaten yerelde kayyum uygulamaları artarak devam edeceğinden, kazanılmış varsayılsa bile, belediyelerin bu rejim altında gerçek anlamda kazanılmış sayılmayacağı da bir gerçektir. Fakat her ne olursa olsun sosyalistlerin böyle bir rejime karşı direnç oluşturma gayretleri küçümsenmemelidir.
Bu açıdan İBB seçimleri kritik önem taşımaktadır. Yoksa genel seçimler ve meclisin kaybedildiği bir ortamda yerel seçimlerinde bu dağınıklık sayesinde iktidar bloku tarafından kazanılması an meselesidir. Seçimlerin halkın sorunlarını çözmede etkin bir rol oynamadığı ortadadır fakat tamamen umutsuzluğa gömülmekle de hiçbir şeyin üstesinden gelinememektedir.
Lenin, genel seçimler ve parlamentonun işleviyle ilgili bir yazısında, “Parlamentonun tarihsel ömrünü doldurduğu” yolundaki argümana karşı, “bizim için zamanını doldurmuş olan bir şeyin, sınıf için, yığınlar için zamanını doldurduğunu sanmamak gerektiğini” hatırlatır. (Sol Komünizm)
Seçimlerin, meclisin ve yargının göstermelik olduğu, ülkede hiç bir kurumda liyakatin ve adaletin kalmadığı bir ortamda kimsenin güvencesi yoktur.
Böyle bir rejimde ne seçimler, ne iktidar, ne de uygulamaları meşrudur. Ülkenin neredeyse yarısından fazlasının ülkenin hiçbir kurumuna güvenmediği bir ortamda kim kendisini garantide hissedebilir ki?
Taksim Gezi günlerinde The Marmara otelinin altındaki o meşhur bankanın tabelasının üzerinde duran, "hiçbir şey garanti değildir" yazılaması şimdi çok daha manidar. Can Atalay evet bugün içerdedir fakat dışardaki hiç kimsenin bu kararla (milletvekilliğinin düşürülme kararı) artık garantide olmadığı ise bir gerçekliktir. Ne seçimler, ne YSK, ne meclis, ne yargı, ne hukuk, ne anayasa...
Ortada bir güvenlik devletinden başka bir şey kalmamıştır. Böyle bir ortamda seçimlerin ve meclisin halkın herhangi bir sorununu çözebileceğine ya da herhangi bir soruna deva olabileceğine kim inanabilir?