Mustafa Orman

Takvimler 14 Ağustos 1993 tarihini gösterdiğinde Kars’ın Digor ilçesinde ev baskınlarını, gözaltıları, koruculuk dayatmalarını protesto etmek isteyen sivillere devlet güçleri ateş açtı, 17 kişi hayatını kaybederken 200’den fazla kişi de yaralandı.

Kars’ın Digor ilçesine bağlı köylerde yaşayan siviller, dönemin çatışmalı ortamında evlere sıklıkla yapılan baskınları, güvenlik güçlerinin koruculuk dayatmalarını, keyfi gözaltıları protesto etmek amacıyla harekete geçtiler.

Yaşlılar, çocuklar, kadınlar, gençler traktörlerle, minibüslerle 14 Ağustos 1993 yılında, Digor ilçe merkezine yürümek istediler.

14 Ağustos 1993. Hava sıcak, sarı sıcak. Boğucu. Vadilerin içinde saklanan, tepelerde beliren arpa ve buğday tarlalarının saçlarını rüzgar hafif esintiyle okşuyor. Traşlanmış tepelerde kırmızı renkli toprak da yer yer beliriyor. O yıl yine tarlaları biçmek için Iğdır’dan köye gelmişiz. Sekiz yaşındayım. Her şeyi gayet net hatırlıyorum. O günün sabahında bütün evler gidenlerin uyanışıyla kalanların “gitme” deyişleriyle yankılanıyor.

Bir süre sonra, gidenleri de kalanları da felaketi bekleyenlerin sessizliği kaplıyor. Birdenbire insanların ruhlarını ve evlerini felaket sessizliği baştan aşağı sarıyor. Herkes bir şeylerin olacağını günler öncesinden biliyor, gençler kaynayan kanlarıyla kahramanlık devşirme hevesinde, yaşlılar ise dalgın gözlerle birbirlerine bakıp duruyorlar. İçindekileri söyleyebilseler sanki her şey daha da korkunç olacakmış korkusuyla susuyorlar. Zaman alev topuna sarmalanarak yanıp kül oluyor, vakit erişiyor. Köy meydanında deli bir kalabalık, traktörlerin römorkları insanlarla, minderlerle dolup taşıyor. Çevre köylerden minibüs ve traktörlerle gelip köy meydanında buluşup yola çıkıyorlar. Sonrasında tüy bile kıpırdamıyor.

Bunun bir de dönüşü vardı. Gürültülü patırtılı, ağlamaklı, çaresizlikle bekleyenlerin haykırışı. Köy meydanında kadınlar, yaşlılar ve çocuklar toplanıyor. Yine köy meydanında, birkaç yaşlıyla göl kenarında oturmuş bekliyorum. Ansızın bir traktörün şoförü ağıtlar yakarak yüzündeki acı ve korkuyla, dizlerini dövüp, bağrına vurarak diğer eli direksiyonda, “Hepsini öldürdüler,” diye bağırıyor. Başına toplanıyor köyde kalanlar, su veriyorlar. Sonra minibüsler, traktörler peş peşe geliyorlar köy meydanına. Römorklarda kadınların dizleri üzerine yatırılmış yaralılar, ağıt yakanlar, gözyaşlarına boğulanlar. Minibüsün ön koltuğunda, yirmili yaşlarda bir kadın zincirle koltuğa bağlanmış, göbek hizasında yarası var, kan akıyor, “Biraz soğuk su verin,” diyor. Ama kimse duymuyor.

Hakikatle yalanın kol kola gezdiği bir ortamda, yalan da bir gün gelip sırtını hakikate dayandırıyor nihayetinde. Yaşayanlar ölenlerin yerine suçluluk duygusuna kapıldığından vahşetin kendisiyle bir süre sonra baş edemez noktaya geliyor. “Ne anlatayım, kaç yıldır bununla yaşıyorum? Artık anlatmaktan ve hatırlamaktan kurtulmak istiyorum,” diyen kadının yüzündeki ifadeyi anlatmak da boşa bir çaba artık. Temsil edilmenin başlıca koşuluna yakınlık derecesinden bakılıyor. “Onun babası, onun kardeşi, onun annesidir; onun hakkıdır anlatmak,” diye de tekrar ediyor. Ama ne denir ki, sözün yerini göz alıyor bir süre sonra. Kurbanın sessizliği şimdi daha da konuşkan burada. Kurban ölene dek konuşmaya devam edecek. Kendi benliğiyle mücadele ederken başkalarının belleğindeki benlikle de karşı çıkmaya çabalayacak. Kurban konuşmasa da konuşacak. 

“KONUŞMASINA KONUŞAYIM AMA ADIMI YAZMA, FOTOĞRAFIMI ÇEKME”

Kime gitsem, kime sorsam, katliamla ilgili bir hikaye anlatmaya başlıyor. Artık tanıklık yüz değiştirmiş, çünkü çocuklu, yaşlı, kadın artık herkes birer tanık. Yolda birini tutsan, hemen anlatmaya başlar. Nişanlı kızını kaybeden kadının hikayesi, belki de dünyada birçok şeye çaresiz kalışımızın fotoğrafı. Kızını gömecekleri gün, çeyizini sandıklardan çıkarmış, sandığı parçalara bölmüş, kızının suyunu çeyiziyle ısıtmış. Ölen bir gencin nişanlısı diğer kardeşine verilmiş. Kimi kafasına kimi bacağına giren kurşunla yaşamaya devam etmiş. Ama tanıkların içlerindeki korku da hala dünkü gibi duruyor: “Konuşmasına konuşayım. Ama adımı yazma, fotoğrafımı çekme.”

Söz konusu işlenen suçlar işlendiğinde, her şey yavaş ilerler, hiçbir şey bilinmez, hakikat örtülür, yalanlar sıralanır, 14 Ağustos 1993’te koruculuk dayatmalarını protesto etmek amacıyla, çevre köylerden yola çıkıp Kocaköy’de birleşen binlerce kişi Digor’a yürüyüşe geçti. Digor’a 2 kilometre kala, çocuk, yaşlı ve gençlerden oluşan kalabalığın önü özel harekat polislerince kesilip hiçbir uyarıda bulunmadan kalabalık tarandı. Olayda 5’i çocuk 17 kişi yaşamını yitirdi, yüzlerce kişi yaralandı. Yaralılardan çoğu korku ve baskı ortamı nedeniyle hastaneye gitmedi. Bu nedenle resmi kayıtlarda yaralı sayısı 67 olarak geçirildi. Ama 200’den fazla kişinin yaralandığı iddia ediliyor.

Digor Katliamı’nın üzerinden 30 yıl geçti. Tanıklarla görüşüp olayın detaylarını yeniden aktarmak istedim. Belki her bir tanığın anlattıkları tekrara düşürebilir ama ufacık bir ayrıntı bakışlarımızı başka bir yöne de çevirebilir. Kars’ta Digor Davası avukatlarından olan Kahraman Özçağın ile buluşuyoruz. Digor Davası’nın detaylarına bir daha gözatmak için dosyayı arşivden çıkarıyor. Birkaç sayfada göz gezdirdikten sonra konuşmaya başlıyor Avukat Kahraman Özçağın:

DSCF7633 kopyası

AVUKAT ÖZÇAĞIN: DİGOR KATLİAMI, KİMSESİZLERİN DAVASIDIR

“14 Ağustos 1993 tarihinde Digor’a bağlı köyler, o dönem bölgedeki baskıları protesto etmek amacıyla ilçe merkezine yürüyüş düzenliyor. Halk üç koldan yürüyüşe geçiyor. Kars tarafından gelen iki kol, ikna edilerek geri çevriliyor. Ancak Iğdır tarafından gelen Kocaköy, Başköy, Çatak, Karabağ, Bacalı, Killitaş, Arpalı köylülerinin önü kesiliyor. Ve orada uyarı ateşi yapılmaksızın ponza ocağı dediğimiz tepenin üstünde konuşlanmış Özel TİM’ler, kitlenin üzerine ateş açıyor. Ateş sonucunda kurşunlar kalabalığa isabet ediyor.  İnsanlar yaralanıyor ve ölüyor. Olayla ilgili Kars Cumhuriyet Savcılığı soruşturma başlatıyor. Bu soruşturma üç yıl sürüyor. Polislerin yargılanması için izin almak derken, dosyanın Kars’ta mı, Erzurum'da mı görüleceği belirsizliğinden sonra Kars Başsavcılığı, 1996 yılında Ağır Ceza Mahkemesine 8 Özel TİM hakkında kasten adam öldürmekten dava açıyor. Ben bu davaya 2004 yılında müdahil oldum ve vekâletleri toplayıp dosyayı sunduk. Ama ilk incelediğimizde en büyük sıkıntı şuydu:  Bir kere duruşmalar öylesine kâğıt üstünde yılda iki, bilemediniz üç sefer yapılmış. Bu evrak geldi, şu evrak gelmedi, onun ifadesi alındı, bunun ifadesi alınmadı bahanesiyle duruşmalar ertelenmiş.”

Siz dosyaya nasıl dahil oldunuz, nasıl AİHM’e taşıdınız?

“Biz dosyaya dahil olduktan sonra burada iç hukukta aslında bir sonuç elde edemeyeceğimizi biliyorduk ve bunun için alternatif bir çalışma yürütmemiz gerekiyordu. Bu hususta ben şahsen İngiltere'de Kürt İnsan Hakları projesi olan KHP ile diyaloğa geçtim. Onlardan aldığımız hukuki destekle onların ortaklığında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine dosyayı taşıdık. Burada yargılama devam etti, ancak burada mahkeme bizim olaya ilişkin görüntülerin çözümü dışında hiçbir talebimizi kabul etmedi. Ben o dönem gelen milletvekilleri ve gazetecilerle görüşmeler yaptım. Bunların tanık olarak dinlenmesini istedim. Yine bu olayla ilgili Cumhuriyet Savcılığı, toplantı gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefetten tespit ettiği yaklaşık 160 kişi hakkında dava açtı.

160 kişi Digor Yürüyüşü’nün birebir canlı tanığıydı. Onların tanıklıklarıyla sanıkların ceza alması için büyük bir uğraş verdim. Sonuçta ceza almadılar. 160 kişinin dinlenmesi için mahkemeye talepte bulundum ve maalesef bu talep geri çevrildi. Tanıklar dinlenmedi. Çünkü mahkeme olayın aydınlanmasını istemiyordu. Mağdurların ve tanıkların her şeyi ortaya çıkaracağını herkes biliyordu. Davanın çoğunluğunu tek başıma takip ettim diyebilirim. Türkiye’de bazı mağdurların vekilliğini Tahir Elçi ile Ayhan Erkmen yaptılar. Ancak duruşmalarda hiç yer almadılar, yalnızca talep dilekçeleriyle dahil oldular. Mahkeme ilk kararında Özel TİM’ler hakkında beraat kararı verdi. Bu kararı Yargıtay’a taşıdık. Yargıtay kararı bozdu. Bunun üzerine tekrar yargılama yapıldı. Bu sefer yine mahkeme beraat kararı verdi. Biz bu kararı yargıtaya taşıdık. Yargıtay kararı iki şekilde değerlendirdi. Beraat kararını doğru buldu ama yaralılar yönünde bir hüküm verilmediği için bu nedenle dosyayı tekrar bozdu. Yaralılar konusu yine görmezden gelindi, aynı berat kararı verildi. Bu sefer Yargıtay kararı da zaman aşımı süresi dolduğu için Yargıtay’dayken ortadan kaldırıldı. Yani aslında dava sürecini doldurarak tamamladılar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki başvuru sonuçlandı. Bizden önce Tahir Elçi’nin başvurusunda mahkeme dostane çözümü taraflar kabul ettiği için tazminatla kapattı. Ölenler için 30 bin euro yaralılar için de 10 bin euro tazminat karşılığında bu başvuru düştü. Bizim başvurumuz da maalesef aynı sonuçla karşı karşıya kaldı. Tazminat miktarı kabul edildi. Onlar da aynı şekilde bu dostane çözümü kabul ettiler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki tüm başvuru süreçleri dostane. çözümle bitti.”

“TAZMİNAT ALMAK KÜRT SORUNU’NU ÖLDÜRMEKTİR”

Her şey kağıt üzerinde görüldü. Her bir uygulamanın formalite olduğu net anlaşıldı. Mahkeme tutanaklarına yansıyan kurbanların yanı başında silahlar bulundu yalanı da çokça kullanıldı. Çünkü daha önceki olaylardan biliyoruz ki devlet güçleri bu silahları kurbanların yanı başına bırakmıştı. Kurbanların ellerinde barut artığı dahi çıkmadı. Hiçbir ize rastlanmadı. Olay yerinde tutulan tutanaklarda başka olaylarda kullanılan silahların getirilip burada kullanıldığı anlaşılıyor. Başka da bir izahı yok bunun.

Bu davanın üstüne gidilseydi sadece tazminat değil, mahkumiyet  de olur muydu?

“Eğer AİHM’deki başvuruda aileler, dostane çözümü kabul etmeseydi çok ağır bir karar çıkacaktı. Yaşam hakkı, işkence, toplantı, gösteri hakkının ihlali, adil yargılanma haklarının gasp edilmesi nedeniyle hem mahkumiyet hem de yüklü tazminatla karşı karşıya kalacaktı devlet. Çünkü uzun süreli bir yargılama da vardı.

Daha önce Şırnak  ve Cizre olaylarında zaten mahkemenin kararları bu şekildeydi. Bir de bu olayla ilgili O aslında basında sahip çıkmadı. Aydınlar da sahip çıkmadı. Avukatlar da sahip çıkmadı. Sivil toplum örgütleri de sahip çıkmadı. Diyebilirim ki Kürt katliamları içerisinde Digor katliamı en yalnız bırakılan kimsesizlerin davasıdır diyebiliriz.

Bu katliamlar ile ilgili başka bir çalışma gerekir. Davayı AİHM’E taşımak, tazminat almak Kürt Sorunu’nu öldürmektir. Ayrımcılığın katliamlarla devam ettirilmesinin başka bir mecrada topyekün karşılığının düşünülmesi gerekir. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Birleşmiş Milletler nezdinde yeni yol ve yöntemler düşünmemiz gerekir.”

Sıla bebek için evde iki zanlıyla tatbikat yapıldı Sıla bebek için evde iki zanlıyla tatbikat yapıldı

“TAMAMEN SİVİL BİR EYLEMDİ”

Bu sefer Kars’ın Digor ilçesinde yaşayan bir tanıkla buluşuyorum. Her şeyi dünkü gibi hatırlıyor. Olayı anlatırken bazen suskunluğa gömülüp öylece kalıyor. Bacalı köyünde yaşayan tanık:

“Bu olay 93’ün 14 Ağustos’unda oldu. O günlerde politik olarak meselenin içinde olmasak da olayın bilincindeydik. Bölgede ciddi anlamda hem asker hem de gerilla kanadından ölenler oluyordu. Asker ve gerillanın ölmemesi için insanlarda tepkisel bir şeyler oluştu. Bacalı köyünde biri asker biri gerilla olan iki kardeşin cenazesi eşzamanlı gelince halkta psikolojik olarak bir tepki oluştu. Bölgede genel olarak bu tür cenazelerin gelmesi, hem örgüte hem de devlete karşı sorunların şiddetle değil, demokratik yollarla çözülmesi gerektiğine inanıyordu. Halk buna karşı çıkmak adına karşı çıkmaya çabalıyordu. Digor’un bütün köylerinin eyleme katılımı partinin çağrısına bir cevaptır da. Tamamen sivil bir eylemdi. Hem baskıların hem de ölümlerin son bulması. Digor halkı bütün bu baskılara rağmen ne köylerini boşaltmış ne de devlete boyun eğmiştir.

“YARALILARIN ÇOĞU HASTANEYE ALINMADI”

Devletin o dönem Digor’daki köylere şu baskısı vardı: Operasyonlarda devletin yanında olacaksınız, korucu olacaksınız. O dönem birçok faili meçhul cinayetler de oldu. İnsanlar, Digor’un merkezinde demokratik hakkını kullanarak basın açıklaması yapacaktı. O dönem derin devletin kolu olan JİTEM ve Özel Harekat,  Digor’a girmeden hiçbir uyarı yapılmadan, panzerler mevzilenmişti, halkın üzerine yaylım ateşi açıldı. İlk grupta yer alan kadınlar bilinçli bir şekilde tarandı.

160-180 dolayında yaralı vardı. Vatandaşlar korku nedeniyle resmi kayıtlara girmek istememişti. Zaten kimyasal silahlar da kullanıldı. Yaralıların çoğu da tedavileri sürerken öldü. Bu yüzden ölüm sayısı resmi olarak 17 gibi görünse de daha sonra ölenlerle birlikte 43’ün üzerinde insan yaşamını yitirmiştir.”

“HASTANELER ABLUKAYA ALINMIŞTI”

“Digor, Kars, Kağızman ve Tuzluca’ya gelen yaralıları hiçbir hastanenin kabul etmedi. Tuzluca’daki hastane kapısında Özel Harekat Polisleri yaralılara bakıp gülümsüyordu. Oracıkta ölmeleri için yaralıları almalarına engel oluyordu. Hastaneler ablukaya alınmıştı. O dönemin milletvekilleri Fikri Sağlar, Mahmut Alınak ve Sırrı Sakık’ın girişimleriyle hastanelere yaralılar alınmaya başlanmıştı. Bir de hastaneye götürülmek üzere arabadan indirilip birkaçının infaz edildiği ya da ölüme terk edildiği iddia ediliyor. Kamyonetle yaralı Erdal Boğan Iğdır’a hastaneye götürmek üzere yola çıktık. Fakat Tuzluca’da önümüz askerlerce kesildi. Hastaneye sokulmadı. Erdal Boğan kamyonette can verdi.”

DÖNEMİN KÜRT BASININA ELEŞTİRİ

Konuşmasını şöyle sürdürüyor:

“Ayrıca o dönemde Kürt basını en güçlü dönemlerinden birini yaşarken bu yürüyüşün yapılacağı günler öncesinden bilinirken, neden bir gazeteci yürüyüşü izlemedi? Burada bir kamera bir fotoğraf makinesi olsaydı her şey daha farklı olabilirdi. Sadece o zaman değil, yakın zamanda da genel olarak gazetecilerin de basının da ilgisini çekmiyor Digor Katliamı. Yaşananlar hiçbir zaman ne medyada yer aldı ne de anıldı.”

Başköy’den 65 yaşında bir tanık:

“Bir gün öncesinden bizlere haber yollandı. Yarın hiçbir şekilde biçme, toplama işlerine gitmeyeceksiniz. Herkes katılacak. Biz de ertesi gün toplandık gölün. Diğer köylerden de gelenler oldu. Daha sonra Kocaköy’de bekleyenlere katılmak üzere yola çıktık. Kocaköy’dekilere yetişip onlarla beraber yürümeye başladık. Digor’a 2 kilometre kala durdurulduk. Yol ortasında herkes bekliyordu. Arkadaşımla sohbet ederken birdenbire silah sesleri duyduk, arkadaşıma baktığımda omzunda bir delik açılmıştı. Ama ilginç bir şekilde yarası kanamıyordu. Daha sonra herkes kendini bir oyuğa attı. Kimileri geri döndü, kimileri yaralıları kucaklayıp arabalara bindirdi. Ben de kardeşimin telaşına düşmüştüm. Onu ararken yerde birçok yaralıyı gördüm. Ne diyeyim, herkes can derdindeydi.”

“İNSANLARA GİTMEYİN DEDİM, EN ÖNLERDE YÜRÜRKEN BULDUM KENDİMİ”

Arpalı köyünden 83 yaşında bir tanık:

“Ben zulüm gördüm, böyle zulüm görmedim yaşamım boyunca. İnsanlara gitmeyin dedim, en önlerde yürürken buldum kendimi. Başköye geldik. Orada toplandık. Diğer köylerden geleni bekledik. Bostankale köyünden gelenler de bize katıldı. Taksiyle gelenler bizi uyardı. İki sivil gelip bizi uyardı, gelmemizi söyledi. Başköy, Arpalı, Kocaköy… hepsi orada duruyordu. Kaymakam haber yollamış, sakın hareket etmesinler beni beklesinler demiş. Kimse kaymakamın çağrısını dikkate almadan yürüyüşe geçti. Özel hareket polisleri çağrıda bulundu, uyardı bizi. Çoğu kişiyi gitmemeleri için uyardım. Ama beni dinlemediler. Çoğu kendini bir boşluğu attı, arabanın altına attı. Dönüşte de kimse ana baba günüydü, kim nasıl döndü, nasıl eve geldik bilmiyoruz. İki yaralı kadını kollarından ve ayaklarından tutup bir kenara bıraktık. Sonra ne oldular biz de bilmiyoruz. Akıl var, mantık var, insan hiç yalnızca bir kürekle gidip bir nehrin önünü kapatabilir mi? İşte bizim halkımız da elinde hiçbir şey olmadan yürüyüşe geçti, devlet de topu tüfeğiyle saldırdı.”

“KURŞUN TRAKTÖRÜN HAVA FİLTRESİNE İSABET ETMESEYDİ, BELKİ ŞİMDİ HAYATTA DEĞİLDİM”

O dönem yürüyüşe katılan şimdi ise Iğdır’da yaşayan 71 yaşında bir tanık:

“Günler öncesinde köylere sürekli baskınlar oluyordu. Ekinimiz arazide güneş altında yanıyordu, toplayamıyorduk. Askerin baskısından dolayı hareket edemiyorduk. Bu yüzden nöbetleşe ekinleri biçip topluyorduk. Bazen çocuklarımız bazen biz askerin yolunu gözleyip öyle ekinleri topluyorduk. Asker cemseleri uzaklarda belirince ıslık çalıp birbirimizi uyararak saklanıyorduk ekinlerin altına, arasına. Günlerce böyle devam etti. Korucu olmamız isteniyordu, ama biz istemiyorduk. Her iki taraf da bize baskı uyguluyordu. Devletin bu baskılarından herkes haberdardı. Öncelikle bu durumu sessizce protesto etmemiz ve yürüyüşe geçmemiz istendi. Biz de bu çağrıya uyduk. Yürüyüşe geçtik. Sürdüğüm traktörde yanımda bir genç oturuyordu. Şoförler dışında herkesin inmesini, ön taraftan yürüyenlere katılmaları istendi. Aradan birkaç dakika geçmeden silah sesleri duyduk. Yanımdan inip önde yürüyen o gencin vurulduğunu köye geldikten sonra öğrendim. Ben de ölümden döndüm. Kullandığım traktör, eski bir traktördü, şimdikiler gibi değildi. Kaportasının üst kısmında hava filtresi vardı, kurşun traktörün hava filtresine isabet etmeseydi, belki şimdi hayatta değildim. O araçların arasında nasıl döndüm, o araçların üzerinden traktörü mü uçurdum, onları devire devire mi yolu açtım bilmiyorum. Nasıl çıktım o kargaşadan hatırlamıyorum. Ön taraftakiler taranınca onlar yığılıp kaldı. Keşke bu acıları hiç kimse yaşamasaydı. Sonrasında daha çok baskı gördük. Köylere karakollar yapıldı, her evin damına bir bayrak asıldı. İstemediğimiz her şeyi yaptılar bize.”

Derinöz köyünden bir kadın tanık:

“Biz Digor merkeze doğru indiğimizde önümüz kesildi. Özel Hareket Polisleri minibüslerin camlarına silah dipçikleriyle vuruyordu. Dönemin kaymakamı ön taraftakilerle konuşmuş, “Özel Harekat Polislerine söz geçiremiyorum, geri dönün, başınıza bir şey gelsin istemiyorum,” demiş. Biz de diğer köylüler de geri döndük. Ama ilginç bir şekilde, Özel Harekat Polisi her yeri tutmuşken, 20-30 metre ilerisinde gerilla kıyafeti giymiş olanlar da vardı. Taşların üzerine oturup sigara içiyorlardı. Biz köye döndükten sonra diğer taraftan gelenlerin tarandığını öğrendik. Kaymakam haklı çıkmıştı.”

“Bu haber, Avrupa Birliği finansal desteği ile üretilmiştir. Haberin içeriği tamamıyla Mustafa Orman’ın ve Gazeteciler Cemiyeti'nin sorumluluğu altındadır ve hiçbir durumda Avrupa Birliği'nin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.”

Editör: Selda Manduz